İzleyiciye ilk bakışta bir aşkın yükselişini ve bir yuvanın güvenli sıcaklığını vaat eden The Roses (2025), aslında inatçı bir sorunun etrafında örülüdür: “Güç ilişkileri bizi neye dönüştürür?” Film, bu soruyu bir evliliği nasıl şekillendirdiği ve giderek nasıl kemirdiği üzerinden yanıtlar. Görünmeyen emek adil paylaşılmadığında, “hediye” denilen jestlerin karşılık talep eden birer borç pusulasına dönüşmesinin kaçınılmaz olduğunu ve sonunda bu dönüşümün evi bir savaş alanına çevirdiğini gösterir. Jay Roach’un yönetiminde, Tony McNamara’nın keskin kaleminin kara mizahıyla cilalanan hikâye, aile içi iktidarın ekonomik, sembolik ve bedensel düzlemlerde nasıl kurulduğunu sahne sahne açar.
Sinemada yeniden yapım (remake) geleneği, her zaman tartışmalı bir mesele olmuştur. Yeniden yapımlar, aynı hikâyeyi başka bir tarihsel duyarlılığa tercüme etmekle sınanır. The Roses bu sınamada, Warren Adler’ın acımasız evlilik satirini günümüzün emek rejimi ve cinsiyet rolleri üzerinden yeniden çerçeveler. Warren Adler’ın romanına dayanan 1989 yapımı The War of the Roses hâlâ sinema tarihinin en acımasız evlilik hikâyelerinden biri olarak hafızalardadır. Yeni versiyon ise, Tony McNamara’nın kaleminden çıkan senaryoyla bu hikâyeyi günümüze taşır. Ortaya çıkan yapım, güçlü oyunculukları ve kara mizahıyla dikkat çeker ancak fazla süslü tercihler filmin etkisini sınırlar.
Londra’daki tesadüfî karşılaşma, Amerika’ya uzanan göç hayali ve Theo’nun “birlikte gidelim” cüreti, filmin açılışını şenlendiren bir masumiyet hissi yaratır. Ivy’nin girişimci ışıltısı bu masumiyete ivme kazandırır: iki genç, iki yön, tek umut. Ne var ki film, romantik vaadi on yıl sonra bir aile albümüne çevirirken rüyanın içine gizlenmiş eşitsizlikleri tek tek görünür kılar. İkiz çocuklar, ev içi rutinler ve geleceğe ilişkin sessiz pazarlıklar… Fırtınanın bir müzeyi yıkmasıyla restoranın bir sığınağa dönüşmesi, kader terazisini ansızın Ivy lehine kaydırır; hikâye tam da bu kırılma anında “kim güçlü?” sorusunu evin temellerine kadar indirir.
Filmin ekonomik damarında iki hareket eşzamanlı çalışır. İlkinde, Ivy annelik sonrası ertelediği hayalini bir dükkân hediyesi sayesinde yeniden canlandırır, restoranını açar ve kısa sürede hanenin lokomotifine dönüşecek ekonomik başarıyı yakalar. İkincisinde, Theo mimarlık kariyerinde aldığı darbeyle özgüvenini yitirir; evde kalıp çocuklarla ilgilenmeye başladığında görünmeyen emek alanına geçer ve bu alanın erkeklik gururuyla nasıl çatıştığını film titizlikle işler. Restoran kasasındaki rakamlar yükselirken, çocukların öğün saatleri ve burs hedefleri bir performans muhasebesine çevrilir: kimin emeği haneye “değer” olarak yazılacaktır?
Tam burada film, “erkek evde/kadın işte” düzenini çıplak biçimde gösterir. Theo, Ivy’nin yükselişini kıskandığını kabul eder ve hissettiği duygunun “yanlış” olduğunu bilir; ama bilmek duyguyu söndürmez. Çünkü bu kıskançlık, bireysel bir ahlak zaafından çok erkeklik statüsünün sarsılmasının belirtisidir.
Senaryo, ikiliyi aynı derecede yaralı ve hırslı gösterir; taraf tutmaz ve sahnelerin ağırlık merkezini ustalıkla kaydırır. “Evin geçimini sağlayan erkek” anlatısı sarsıldıkça Theo; gururunu ve otoritesini çocukların bedenleri üzerinde uygular. Katı diyetler ve dakikalarla ölçülen egzersizler uygulayarak baba rolünü disiplin ve başarı üzerinden yeniden kurmaya çalışır. Ivy ise ekonomik gücü eline alınca ailedeki karar mekanizmasını devralır; ancak onun yükselişi ailesinin yanında olmamasından kaynaklı duygusal borçlarını silmeye yetmez.
Çift arasındaki güç oyununun kamusal yüzü, ev partisindeki yemek sahnesinde açığa çıkar. Kalabalığın ortasında, görgü ve nezaket maskesiyle yürütülen ‘utandırma koreografisi’ aile içi hesaplaşmaları görünür kılar. Film bu anla, ev içi iktidarın sosyal onayla nasıl meşrulaştırılıp dolaşıma sokulduğunu hissettirir.
Film, romantik komedinin sıcak başlangıcından aile dramının sertliğine, oradan da ev içi gerilimin karanlığına geçiş yapar. Kurgu, restoranın yükselişini ve çocukların disiplin sahneleriyle çaprazlayarak temayı belirginleştirir. Ses tasarımı bu yaklaşımı pekiştirir: mutfaktaki gürültü ve fırtına sahnesi aynı akustik ailede konumlandırılır. Bu tercih, “başarı” ile “kontrol” arasındaki işitsel yakınlığı görünür kılar. Filmde mutfak ve mimarlık sürekli karşı karşıya gelir. Ivy’nin yemekleri ve Theo’nun projeleriyle sembolik bir biçimde çatışır. Renklerdeki değişim de dikkat çekicidir: başta sıcak ve huzurlu tonlar hâkimken, sona doğru soğuk ve karanlık görseller öne çıkar. Böylece evliliğin çöküşü görsel bir hikâyeye dönüşür.
Filmin tonunu belirleyen ana unsur, kara mizahtır. Ancak İngiliz mizahı ile Amerikan slapstick’i her zaman uyumlu dans etmez; bazı anlarda seyirciyi “gülmeli mi rahatsız mı olmalı” ikilemine sürükler. Özellikle yan karakterlerin aşırı stilize performansları, başrollerin kurduğu dengeyi yer yer gölgeler.
Film, Amerika ve İngiltere arasındaki kültür farklarını özellikle İngilizliğin lehine kurar. En görünür yansımalar, bireysel silahlanmayı çağrıştıran anlar ve yemek masası sahnesinde belirir. Amerikan kültürü daha sert, doğrudan ve pragmatik bir atmosferde kalırken; İngiliz tarafı görgü, ironi ve kodlarla örülü bir “incelik” üzerinden meşrulaştırılır. Böyle olunca çiftin kendi aralarındaki dili, dışarıdan kimse kolayca çözemez; imalar ve şakaları havada asılı kalır.
The Roses, modern evliliği duygusal bir birlikteliğin yanı sıra bıçak sırtında bir iktidar mücadelesi olarak çizer. Theo’nun sermayesiyle açılan restoran ve Ivy’nin kazancıyla inşa edilen rüya ev, ilk bakışta eşler arası hediyeleşme gibi görünse de mülk ve para güç dengesi yaratır. Görünmeyen bakım ve duygusal emek akışları da bu denklemi derinleştirir. Son kertede film, zaferin kimde olduğuyla değil, bu oyunun karakterleri nasıl sertleştirip araçsallaştırdığıyla ilgilenir.