Hamam (2010) ve Sadece Tek Bir Gün (2013) kısa filmlerinin yanı sıra uzun metrajlı Karışık Kaset (2014) filmi ve sonrasında yine Blu TV için yazıp yönettiği 7 Yüz (2017) isimli dizisi ile oldukça başarılı bir yol izleyen Tunç Şahin’in çeşitli festivallerde boy gösteren ve ödüllerle başarısını taçlandıran İnsanlar İkiye Ayrılır (2020) filmi üzerine keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik.
Sadece Tek Bir Gün ve Karışık Kaset filmlerine baktığımızda senaryolar aşk teması üzerinden işlenmişken İnsanlar İkiye Ayrılır filminde yardımcı bir rolde diyebiliriz. Fakat önceki filmlerinizde olduğu gibi bu filmin sonunda da her şeye rağmen yine aşkın kazandığını görüyoruz. Senaryolarınızı romantik sonlarla tamamlamayı tercih ettiğinizi söyleyebilir miyiz? İnsanlar İkiye Ayrılır filminizde de bu kadar kötülüğün ve hesaplaşmanın olduğu bir dünyada Ceren karakteri geri dönüp parayı Bahadır ve Duygu ile paylaştı. Burada karakterin motivasyonu neydi? Aşk olabilir mi?
Aşkın güçlü olarak kaldığını düşünmüyorum, Sadece Tek Bir Gün ya da Karışık Kaset romantik olarak insanın varoluşunu sorgulayan yapıtlar. Sadece Tek Bir Gün’de “Sonunun kötü biteceğini bile bile bir ilişkiye başlar mısın?” sorusu bunu sorguluyor. Karışık Kaset’in uyarlandığı kitap, tür olarak romantik bir kitap. İnsanın kendini var etme, büyüme hikâyesini bir kadın ve erkeğin yirmi yıla yayılan ilişkisi üzerinden anlatıyor.
Romans aksını İnsanlar İkiye Ayrılır filminin hiçbir yerinde görmüyorum. Mesela Duygu karakterine bakarsak karakterin hiçbir romantik aksı yok. Temel sorunu hayatta kalmaya çalışırken etik problemleriyle başa çıkmak. Ceren ve Bahadır’ın arasında bir yakınlaşma var; ancak bunun nereye gittiğini filmden tam olarak çıkaramıyoruz. Bahadır manipülasyonla Ceren’den yararlandı diye görmek de mümkün. Ancak ”Nasıl hesaplaştılar ve buradan kendini nasıl temiz çıkararak bir ilişki kurdular?” konusu filmin merceğinin dışında kalan bir yer olduğu için filmi öyle değerlendirmek doğru olmaz diye düşünüyorum.
7 Yüz dizinizde ve İnsanlar İkiye Ayrılır filminizin senaryolarında Beyaz Yakalı çalışanları mercek altına aldığınızı ve onları anlama çabanızı görüyoruz. Senaryolarınızda Beyaz Yaka’nın hayatına odaklanmanızın belirli sebepleri var mıdır?
Hiçbir karakterim İstanbul’un kalburüstü semtlerinde oturmuyor ama çeperlerinde de değiller. Burjuva diyebileceğimiz sınıfın içindeki insanların hikâyesini anlatmak daha çok benim kalemimden çıkıyor. Bilinçli bir şekilde hadi şimdi bir plaza hikâyesi yazalım amacıyla olmuyor. Ancak benim geldiğim sınıf da orası olduğu için o insanları daha fazla gözlemleme şansı buluyorum. Aynı zamanda ben de İstanbul’a yeni göç etmiş ve burada var olma çabası güden bir kimse de değilim 2. veya 3. nesil İstanbulluyum. Bu yüzden benim bildiğim, nasıl davrandıkları hakkında en iyi fikir sahibi olduğum sosyal sınıf bu olduğu için hikâyelerim de o karakterlerle geçiyor.
Bir gün başka sınıflara ve başka tarihi dönemlere ait bir şey yazar mıyım diye sorarsan, aslında böyle çalışmalarım da var. Ancak geriye dönüp baktığımda kendi filmografimdeki ortak nokta olarak birbirleriyle aynı semtte yaşayan ve benzer varoluşsal dertleri olan insanları yazdığımı görebilirim.
Filminiz seyirci tarafından BLU TV’de yayınlanan 7 Yüz hikâyelerinin devamı niteliğinde değerlendiriliyor. 7 Yüz evreni ve İnsanlar İkiye Ayrılır filminin evreni arasında nasıl bir bağlantı olduğunu düşünüyorsunuz?
Bunun sebeplerinden biri karakterlerimin dertlerinin benzerliği olabilir. Beyaz Yaka diye tabir ettiğimiz sınıfa ait bireylerin, yani var olan sistem var olan düzen içerisinde, kişisel, ekonomik veya politik mevzularda hayatta nasıl başa çıkacakları konusunda ne yapacağını bilemeyen bu karakterlerin her iki projede de olması ortak yönü diyebilirim. 7 Yüz hikâyelerinde hem de İnsanlar İkiye Ayrılır filminde karakterleri doğrudan haklı ya da haksız çıkarmayan karakterlere empatiyle yaklaşan bir yapısı var. Böylece hikâye anlatım tarzı olarak da bir ortaklık olduğunu söyleyebiliriz.
Karışık Kaset’teki karakterler daha romantik komedi arketipinden gelen karakterler; ancak İnsanlar İkiye Ayrılır ve 7 Yüz hikâyelerindeki karakterler normal hayatta da aynı apartmandan karşına çıkabilecek, gerçek dertleri olan insanlar. Bu insanların gerçek dertlerle başa çıkabilme metotları daha çok filmin hikâyesini oluşturuyor.
İnsanlar İkiye Ayrılır filmin isminin söylediğinin aksine aslında insanların ikiye ayrılmadığını ve kötüyle iyinin aslında içimizde olduğunu ve bununla nasıl başa çıkacağımızı soran yapısı da bir diğer ortak nokta diyebiliriz. Mesela 7 Yüz hikâyelerinin Prosedür bölümünde yürümeyen bir ilişkinin hikâyesi söz konusu diyebiliriz. Bu durum erkeğin hatası mı, kadının hatası mı ? Yoksa bir zaman hatası mı ? Bunun içinden çıkmak mümkün değil. Ben o çıkışsızlığın kendisini merak ediyorum. İnsan böyle bir durumda kaldığında onu ne zorlar ne harekete geçirir? Onu merak ediyorum.
İnsanlar İkiye Ayrılır’da apartmanın kapsını açan kapıcı 7 Yüz’deki kapıcı aynı kişi. Aynı zamanda, karakterler aynı apartmanda oturuyorlar ve aynı kitapları okuyorlar. Hikâyelerim aynı anda doğmaya başladıkları için bu tarz birliktelikleri olduğunu söyleyebilirim.
Hikâye her ne kadar seyirciye bir katarsis yaşatsa da sonunda “iyi” veya “kötü” olarak değerlendireceğimiz karakterler yoktu aslında. Filminizde daha çok gri ağırlıklı karakterler karşılıyor seyirciyi. Danışmanlık şirketini döndüren de borca batmış kişiler, karşı taraftakiler de. İnanılmaz bir batış var karşımızda. Sistem herkesi pençesine almış durumda. Karakterleri oluştururken özellikle bu gri alanda mı kalmaya çalıştınız?
Aslında ben tam olarak öyle yapmayı amaçlamıyorum; ancak benim hayata bakış tarzım bu şekilde. Bir insan niye böyle davranır diye düşünüyorum. İnsanlar İkiye Ayrılır filmindeki görece empati kurması en zor Eray karakteri için bile, böyle bir iş var ve o da bu şirketi açmış. Karakterin birtakım hırsları ve sınır aşımları olduğunu biliyorum ve yanlış yaptığı birçok şey olmasına rağmen bunları neden yaptığını anlatmak istiyorum.
Baştan haklı olduğunu bildiğimiz karakterin film boyunca kendini ispatlamaya çalışması ve filmin sonunda onu başarması veya başarısızlığa uğramasını yazmak benim tercih ettiğim bir hikâye türü değil. Konu ister bir cinayet gizemi olsun ister bir aşk filmi ya da politik bir film olsun benim için fark etmez. Seyirci olarak kime kalbimi teslim edeceğimi bildiğim ve sonunda da onun başarılı olup olmamasıyla, katarsisle çözülen filmleri tercih etmiyorum. Bunun yerine aslında zaafları, hataları ve sırları olan karakterleri yazmayı tercih ediyorum.
Yine 7 Yüz hikâyelerinden örnek vermem gerekirse Genco Erkal’ın oynadığı karakter mesela çok huysuz sevdiklerini kendisinden uzaklaştırmış ve bunun sonucunda herkesi kaybetmiş. Ancak bu insana kötü diyerek işin içinden çıkamayız. Onun yerine böyle bir insan yapayalnız kaldığında ne hissettiğini merak ediyorum. “Bu insan bunu hak ediyor, ölsün.” Demek kolay, ancak yalnız ölme hissinin ne demek olduğunu ve onun pişmanlığını görmenin daha değerli olduğunu düşünüyorum.
Öyle kötü bir karakter yazarsın ki filmin sonunda onu pişman ederek “Oh iyi oldu sana.” Diyerek rahatlayabilirsin. Ancak ben hepimizin hissettiği bizi ele geçirmesine izin vermediğimiz kötücül duyguları olan karakterin adımlarıyla beraber yürüyüp, hayata onun gözüyle bakmayı tercih ediyorum. Edebiyatta da bu vardır. Mesela kötü de olsa bu insan ne hissediyor diye merak edersin. Bu tercihin de hikâyelere derinlik kattığını düşünüyorum. Hikâyeyi kimin gözünden anlattığım, benim hikâye anlatma tarzımı oluşturduğunu düşünüyorum.
Her ne kadar defalarca anlatmış olsanız da bir defa da Fil’m Hafızası okuyucuları için İnsanlar İkiye Ayrılır filminizin senaryosunun çıkış hikâyesinden ve senaryonun yazım sürecinden bahsedebilir misiniz?
2016 yılında bankayla ailem arasında geçen benzer bir mevzuya ben de dahil olmak durumunda kaldım. Bankaya olan borç filmdeki gibi bir şirkete devredilmiş ve bu şirketin bizimle iletişime geçtiği bir durumla karşı karşıya kaldık.
O zaman bunları yaşarken tam olarak idrak edememiştim. Geri dönüp baktığımda her süreçte birtakım ihlallerin yaşandığı, karşıdaki kişilerin kendi kabul edilebilir alanlarının dışına çıktığı bir süreçti. Görüşme sırasında manipüle edilerek yanlış kararlar vermek durumunda bırakıldığımızı fark ettim. Görüşmelerden iki hafta sonra bu durum bende büyük bir kızgınlık ve öfkeye sebep oldu. Bir insan nasıl her sabah işe gider ve hayatının en zor döneminde olan insanları arar? Aldığı eğitimlerle onları nasıl köşeye sıkıştırmaya ve böylece onları borcunu ödemeye ikna etmeye çalışır? Devamında bu hisler bende daha büyük bir meraka dönüştü. Hatta borç ve aile ile ilgili mevzuyu 7 Yüz hikayelerimin içinde Genco Erkal’ın oynadığı Refakatçiler bölümünde de biraz bahsettim.
Sonrasında merakım, acaba bu olay anlatmaya değer bir hikaye mi, olabilir mi ve bunu kimin gözü üzerinden anlatmalıyım? Sorularına dönüştü. Borçlunun gözünden anlatmak çok tahmin edilebilir. Ancak borcun bir sorumluluk olduğunu da düşünüyorum. Borcu aldıysanız onu ödemeyin mesajı verecek bir hikaye de anlatmak istemedim. Hikayeyi o şekilde anlatma kısmının heyecanlı olmayacağını düşündüm. Bu olayı aracı kurumda çalışan birinin gözünden anlatma fikri, yani aslında öfke duyduğum sonra merak ettiğim ve korktuğum kişiyi çözme ihtiyacı bunun ilginç bir şey olabileceği hissini yarattı. Yazdıkça da borçlu ve alacaklı dinamiğindeki her karakteri bu hikayeye nasıl dahil edebileceğimi düşündüm. Herkesin aynı düzenin içinde yer yer dişli yer yer öğütülen kişi olduğu bir yapının içine gidebilir miyim diye düşündüm. Daha sonrasında böyle bir yapı oluşmaya başladı.
Hikayeyi alacaklı gözünden anlatmaya karar verdikten sonra onu biçimsel olarak nasıl anlatmam gerektiğini düşündüm. Kendi yaşadığım deneyimimde de zaman geçtikçe, telefon konuşmaları sırasında yaptığım hatalı davranışları eğer daha bilinçli olsaydım yapmayacağımı fark ettim. Farklı şekilde davranarak süreci aslında daha iyi yönetebilirdim. Bunun sonucunda seyircinin de hikayeyi böyle izlemesi gerektiğini düşündüm. Hikaye bir yandan ileri yönde akarken seyircinin geriye dönerek, borçlunun kurum karşısında hissettiği şaşkınlık ve hayrete düşme hissini alabilmesi gerektiğini düşündüm. Bunun için sürprizli ve şaşırtmacalı bir yapı kurmaya karar verdim. Bu yapı da verilecek bilgilerin sırası üzerinden bir oyun kurmaya itti. Daha sonrasında bu filmin türü üzerine düşündüğümde bireyin kendi olağan tepkilerini saklayarak sinsice başa çıkabileceği bir evrenden bahsettiğimi düşündüm.
Bu da bana Kara Film’leri hatırlattı. Hem 1940’lar klasik kara film dönemini hem de Neo Noir denilen 1980’ler modern kara film türlerini araştırdım. O türlerdeki karakter kurulumu ve olay örgüsü nasıl işliyor ve bu filmler bana nasıl referans olabilir diye araştırdım. Bunun yanı sıra filmime büyük referans film olarak The Usual Suspects (1995) ve Social Network (2010) gibi filmleri söyleyebilirim. Bu filmlerde sürpriz ne zaman gerçekleşiyor ve seyirci ne zaman filmin içine dahil ediliyor bunlar üzerine çalıştım. İnsanlar İkiye Ayrılır, yazı masası üzerinde benim en çok boğuştuğum film diyebilirim. Yazım sürecinde hikayenin birçok tamamlanmamış farklı versiyonları oluştu. Bunun sebebinin senaryonun çok oyuncaklı bir yapısının olması diyebilirim. Bu yapıyla oynamanın da çok keyifli olduğunu düşünüyorum.
Son olarak 2019 senesinin sonunda her karakterimin hepsinin neyi niye yaptıklarıyla emin olduğum bir hale ulaştım. Onların en küçük detaylarına dahil onları tanır hale geldim. Altı karakterimin altısının da neyi ne amaçla yaptıklarını bilerek onları herkese ve her şeye karşı savunabileceğimi düşündüm. Böylece karakterlerimi oyunculara da eksiksiz bir şekilde anlatabileceğim kıvama geldiğini düşündüm ve senaryoyu geliştirme kısmının bittiğini düşünerek bu filmin yapım kısmına giriştim.
Filminiz bir sistem eleştirisi olarak yorumlanıyor. Bu konu hakkında siz ne düşünüyorsunuz, filminizle seyirciye aktarmak istediğiniz bir mesaj var mıydı? Büyük patronun kaybettiği iyi kurgulanmış bir hikâye izledik diyebiliriz. Filminizin bu acımasız sektörün çalışanlarını isyana teşvik ettiği yönünde eleştiriler aldınız mı? Karşı tarafta da sosyal medya üzerindeki gözlemlerime göre filmde Ceren’in düştüğü duruma düşen insanların filminizi birbirine önerdiğini görüyorum bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Youtube üzerinde filmi sahiplenen çeşitli dayanışma grupları olmuş söylediğin gibi. Komik bir şekilde bir şirkette çalışan bir avukat, hiç istemeyeceğim bir şey olsa da filmde bahsettiğimiz baskı yöntemlerini kullandığını ve işe yaradığını belirten bir Tweet attı. Ben de Tweet’ini amacım bu değildi şeklinde tekrar paylaştım.
Hayatta bir şey deneyimliyorum. İster politik olsun, ister romantik olsun, ister etik bir şey olsun ben bir hikâye yaratıyorum. O hikayede ne demeye çalıştığım biraz da benimle ilgili olduğunu ve dünyaya nereden baktığımı gösterdiğini düşünüyorum. Bu filmle seyirci üzerinde bir duygu yaratmaya çalıştım ve bu duygunun da öfke olduğunu düşünüyorum. Seyirciye bir çarkın içinde olduğumuzu ve çarkın nasıl işlediğini göstererek onlara öfkelenin diyorum. Özellikle filmin kahvaltıcıda bitmesi yerine o öfkenin Duygu karakteri tarafından sahiplenildiği ilk anda bitmesini tercih ettim.
Bu filmi bir sistem eleştirisi olarak görenlerin tamamen aksi yönde düşünen insanlar da olduğunu görüyorum. Gerekçe olarak da bu karakterlerin sadece kendilerini kurtardıklarını söylüyorlar. Karakterlerim için çok erdemli insanlar olduklarını söyleyemem. Yeri geldiklerinde çok acımasız davranabiliyorlar. Ceren karakteri için bile onu gördüğümüz ilk an annesine yalan söylüyor.
Filmin Kapital Anneye işaret ettiğini ve filmdeki antagonistin Kapital Anne olduğunu düşünüyorum. Aynı zamanda filmi izleyen kişilerin çok karışık ve sıkıcı bir sistemi kolayca öğrenmesini sağladığını da düşünüyorum. Karakterlerim tüm kapitalist sistemi çökertecek kadar güçlü karakterler olmasa da kendi hedeflerine aldıkları yanlış işleyen yapıyı çökertmekte başarılı olarak intikamlarını aldıklarını düşünüyorum. Buna rağmen ben filmi yapan ve sunan kişi olarak her ne kadar işimin arkasında durmayı ve savunmayı sevsem de bu tartışmaların birkaç adım arkasında kalarak bu konudaki tartışma alanını seyirciye bırakmayı tercih ediyorum.
Filminizde KVKK mevzuatına, varlık yönetim şirketi süreçlerine gerçekten hâkim bir senaryo var. Bu konuda bir danışmanlık aldınız mı? Nasıl bir araştırma süreci izlediniz? Filmi tüm bu detaylardan sıyrılmış bir hale nasıl getirebildiniz? Duygu, Bahadır ve Tilbe gibi bu sektörde şu an bilfiil çalışan kişilerle bu meseleyi istişare etme şansınız oldu mu? Açıkçası film, hem adeta The Big Short (2015) gibi görevi yerine getirirken hem de kurgu dünyasıyla da seyirciyi büyülemeyi başarıyor.
The Big Short (2015) aslında bu filme göre çok daha karışık bir konuyu anlatıyor. Aralarda birtakım yardımcı oyuncularla tanımlamalar yapıyor ve anlatımı kolaylaştırmak için böyle bir yol seçilmiş. Filmimin bir banka mevzuatı okumasına veya bir KVKK atölyesine dönmesini istemedim. Önce hikayenin kendisini yazdım. Hangi konuda yazarsan yaz bir süre sonra dikkatin onun üzerinde yoğunlaşmaya başlıyor. O konu hakkındaki bilgileri çevreden toplamaya başlıyor oluyorsun. Tesadüfen bana spam mail olarak “Telefonda Etkili Tahsilat Yöntemleri Eğitimi” konulu bir mail düşmüştü. Bu eğitimlerle ilgili bilgiler aldım. Youtube’da da buna benzer eğitimlerin yerli yabancı çeşitli versiyonlarını bularak izledim. Bu alanda eğitici olarak bana en çok yardımı dokunan şey şikayet sitelerine rastlamam oldu. Oradan çeşitli varlık yönetimi şirketlerinin isimlerine ulaştım ve mağdurların şikayetlerini okuma şansım oldu. Okuduğum şikayet metinleri her ne kadar tek taraflı metinler olsa da bu metinlerde filmde bahsettiğim olaylardan çok daha kötü olaylara, ihlallere ve üzücü hikayelere rastladığımı söyleyebilirim.
Amerikan Hukuku’ndan farklı olarak Türk Hukuku’nda tazminat bir zenginleşme kaynağı olamaz gibi bir madde olduğu için finalde bankayı nasıl korkutabiliriz şeklinde düşündüm. Bankanın sosyal medya üzerinden itibarının sarsılması ile tehdit edilmesi ve aynı zamanda KVKK üzerine verilebilecek cezalarla yaklaşık bir ceza hesabı yaptım. Tam olarak bir danışmanlık hizmeti sayılmaz, ancak yazdıklarım üzerinden avukat arkadaşlarımın da düşüncelerini alarak gerçeğe uygun hale getirdim.
İnsanlar İkiye Ayrılır’ın birçok anında ama özellikle finalinde büyük bir kadın dayanışması olduğunu görüyoruz. Ki filmin baskın karakterleri de Bahadır haricinde hep kadın. Hatta bir de filmde hiç görmediğimiz ama varlıklarıyla bile büyük bir güç olduğunu hissettiren anneler var. Filmin senaryosunu yazarken Bechdel Testini geçmeyi hedeflediğinizi ve bunda başarılı olduğunuzu biliyoruz. Bunun dışında filminizin bir feminist damara sahip olduğunu da düşünebilir miyiz? Siz filmi çekerken böyle bir kaygı güttünüz mü?
Zaman içinde toplumsal cinsiyet konularına kafa yorarak kendimi eğitmeye çalıştım, ancak filmin nasıl bir damara sahip olduğunu tespit etmek bir erkek yönetmen olarak bana düşmediğini düşünüyorum. Bence bu iş film teorisyenlerine düşüyor. Filmlerimi doğrudan bir film kuramı üzerinden yazmıyorum. Bu durumun filmi yaratımının doğasına aykırı bir şey olduğunu düşünüyorum.
Bechdel Testi çok pratik bir bir araç olduğu için kullandım. Karışık Kaset filmimde kadın karakterler erkek karakterlere göre çok güçlüler ve daha yetişkin davranıyorlar. Hatta erkek karakterin kadın karakterin olduğu seviyeye ancak yirmi senede gelebildiğini bile söyleyebilirim. Ancak Bechdel Testine göre baktığımızda film bu testten kalıyor ve aslında film bir erkeğin kendini bulma macerasını anlatıyor.
Kendi kalemime dönüp baktığımda işlerimin Bechdel Testinden geçemiyor olması bana şaşırtıcı geldi. Böyle bir araç olduğu için bunu kullanarak mücadeleyi kadınların verdiği ve kadının derdinin bir erkeğin kalbi veya başarısı olmadığı bir başarı hikayesi yazabilir miyim derdine düştüm diyebilirim. Ancak bunun ötesine geçerek ben feminist bir film yaptım gibi iddiam yok. Eğer birisi bunu söyleyecekse benden ziyade filmi okuyan film teorisyenlerinin ve çoğunlukla da kadınların söyleyebileceğini düşünüyorum.
Siz, İnsanlar İkiye Ayrılır filmiyle kendi filmografinize baktığınızda yeni olarak denediğiniz ve kendinizi sınadığınız şeyler oldu mu? Ve bu filmi çekerek kendinize veya dünyaya dair görüşlerinizde değişiklik yaşandı mı? Yeni olarak öğrendiğiniz şeyler var mıdır?
Senaryo açısından diğer projelerime göre zorluğu vardı. Film kurguda değiştirilemeyecek bir filmdi, çünkü sahneler birbirlerine bağlı olduğu için her sahnenin sonunda ne olacağını bilmek gerekiyordu. Böyle bir senaryo yazmak ve onun film olarak süresinin ne olacağını hayal ederek onun ritmini kurmak zorlayıcıydı.
Aynı zamanda film; bankalar, borçlar ve tebligatla ilgili olmasına rağmen filmin heyecanla akan bir yapısı olmasını istiyordum. Hangi bilgiyi ne zaman vermem gerektiği ve böylece ritmi nasıl kuracağım diğer projelerime göre zorlayıcıydı. Mesela Tilbe ve Duyguyu bir sahnede su otomatının önünde görüyoruz. Tilbe parasını atıyor su alamayınca telaşlanıyor; ancak Duygu otomatı tokayla düz kontak yaparak parasını kurtarabiliyor. Bu sahneden Duygu karakterinin neler yapabileceğini görebilir hale geliyorsun. Karmaşık bilgileri çok basite indirgeyerek anlatmamın gerektirdiği meydan okumalar vardı ve onların üstesinden gelme kısmı zorluydu diyebilirim. Kurgucumuz Doruk Kaya da sürece daha öncesinde dahil olduğu için kurguyu hikayenin içine katma kısmı benim için eğlenceli ve öğreticiydi.
4. Başka Sinema Ayvalık Film Festivali’nde de film çekim sürecinde birçok aksilik meydana geldiğini ve bunlarla baş etmenin o esnada zor olduğundan, ancak üstesinden geldiğinizde büyük bir keyif verdiğinden bahsetmiştiniz. İnsanlar İkiye Ayrılır filmi özelinde anlatmak istediğiniz bir aksilik ve onun üstesinden gelme anınızı anlatabilir misiniz?
Filmciliğin doğasında işlerin aksi gitmesi gibi bir şey var. Hatta bu o kadar kabul edilmiş bir şey ki üniversitede verdiğim derslerde film bütçesi konusunda, bütçelerde ön görülemeyen kalemler olarak %10’luk bir kalem bulunduğunu anlatıyorum. Mutlaka ön görülemeyen bir şey olur. Bunun da sonu yoktur diyebilirim. Hatta bu konu üzerine Lost in La Mancha (2002) belgeselinde Terry Gilliam’ın filmini çekememe hikayesini izleyebilirsin.
İnsanlar İkiye Ayrılır filminde kahvaltıcı sahnesini çekerken köpekler yan tarafta arı kovanına saldırmış. Arı kovanı düşmüş ve sonrasında seti arılar basmıştı. Setteki ondan fazla kişiyi arı soktu diyebilirim. Ancak sahneyi bitirmemiz de lazım, mesela arı oyunculardan birini sokarsa zaten yandık. Filme senaryo doktoru olarak destek veren yakın arkadaşım Derya Yanmış da yanımızdaydı. Çekim esnasında saçlarının içine arı girdiğini gördüm ama orada bir karar vermem gerekiyordu, kesmedim ve sahneyi çekmeye devam ettik. Bu anlattığım şey o an çok can sıkıcı olsa da ancak her şey bittiğinde eğer filmi tamamlayabildiysen, sihirli ve saçma bir kalıp olan yaptığın iş eğer içine sindiyse o zaman bütün kötü anıların hepsini unutuyorsun.
Sonuç olarak film çekme sürecinde başa gelebilecek tersliklerin sonu yok diyebilirim. Bu bilinmezliği kabul etmen ve bununla eğlenmen gerekiyor, her defasında bu sefer atlattık, umarım daha kötüsü başımıza gelmez diyerek devam ediyorum.
Son olarak 7 Yüz dizisinin birkaç bölümünde öne çıkardığınız Oruç Aruoba’nın Hani kitabına bu filminizin sonlarında da rastladık. Oruç Aruoba’nın Hani kitabı ile aranızdaki bağdan kısaca bahsedebilir misiniz? Böylece okurlarımıza bu yazımızla bir kitap tavsiyesi de vermiş oluruz.
Sanırım o kitabı ilk kez 1995’te okudum Aruoba’nın ilk okuduğum kitabı “De Ki İşte” idi. Bir ara kime âşık olsam ben Hani kitabını hediye ediyordum. Hatta 7 Yüz’ün birinci bölümünde çocuk birisinin sırasının altına kitap koyuyordu. Bu benim de kendi hayatımda yaptığım bir şeydi.
Bambaşka hayatlar yaşamamıza rağmen aslında herkesin biraz sohbet etse konuşabileceği mutlaka ortak noktaları bulabileceğini düşünüyorum. Ancak bir kitap veya bir film üzerine konuştuğumuz zaman kurduğumuz iletişim esnasında birbirimizi tanıma sürecinin çok daha hızlandığını düşünüyorum.
“Hani”, kitap boyunca eksik ve geldiğinde tamamlanacak bir histen bahseder bence, tanımlayamadığı için de buna hani diyor. Karakterlerin yolları hiç kesişmemiş olsa da o hani hissi aslında hepsinde vardır diyebiliriz. Karakterlerin farklı katlarda ve farklı coğrafyalarda aynı anda başka insanlık deneyimlerinden geçmesini büyüleyici buluyorum. Böylece insanların tarif edemeyecekleri o uzun uzun tanımlayabilecekleri eksik olan, ama aslında hepsinde de ortak olan hissi böylece “Hani” tanımlıyor diyebilirim. Deneyimin biricikliği yüzünden o kitabın da orada bulunması gerektiğini düşündüm.