“Başlangıç pozisyonundayken önce sağ, sonra sol kolunu çekerek rakibinin vücudunu boşa çıkar ve gövdesinden doğru içine gir…”
John Du Pont’un (Steve Carell) antrenman esnasında güreşin temeli olarak anlattığı bu hareket, Foxcatcher’ın (2014) özeti aslında. Bennett Miller, film boyunca karakterlerin birbirlerini alt etme isteğini güreşin temel hareketiyle anlatıyor: “Önce savunmasını kır, sonra yık ve tuş et.”
2014 yılında Cannes’dan en iyi yönetmen ödülüyle dönen, 5 dalda Oscar’a aday gösterilen Foxcatcher, gerçek bir yaşam öyküsüne dayanıyor. Bennett Miller, bir önceki filmi Moneyball’da (2011) olduğu gibi Foxcatcher’da da parayla her şeyi başarabileceğini, satın alabileceğini zanneden zenginlerin büyük yanılgısını beyaz perdeye taşıyor.
Filmin ana karakterleri Mark Schultz (Channing Tatum) ve David Schultz (Mark Ruffalo) güreşte önemli başarılara imza atmış Amerikalı iki kardeştir.
Kazandıkları madalyalar aynı olsa da ağabey David daha ön plandadır ve Mark bunu hazmedememektedir. Bennett Miller, kökeni Habil – Kabil’e kadar uzanan ağabey – kardeş kıskançlığını, iki Amerikalı kardeş üzerinden filmin başında seyirciye aktarıyor. Mark Schultz’un hayatı, zengin ve köklü bir aileden gelen John Du Pont’un kurduğu Foxcatcher Güreş Takımı’na katılmasıyla değişiyor. Moneyball’da Billy Beane’nin (Brad Pitt) söylediği “Zenginlerin organ donörü gibiyiz.” sözü bu defa Foxcatcher’da kendisine yer buluyor. Para, başarıyı satın almak istiyor ve alıyor.
Mark; kazandığı madalyalara rağmen Amerikan halkı tarafından tanınmayan, kötü bir yerde antrenman yapan, 20 dolara muhtaç olan bir adamdan; en iyi tesislerde çalışan, istediğinden daha fazla paraya sahip olan bir adama dönüşüyor. Tabiî bu kazanımların bir bedeli var; kölelik.
Bennett Miller, dünyada 3.5 milyar insana yetecek miktarda paranın sadece 62 kişinin elinde olduğunu düşündüğümüzde, neredeyse insanlık tarihi kadar eski bir kavram olan köleliği sinemaseverlere “altın” tabakta sunuyor.
Uçsuz bucaksız ormanlık alanda Moneyball ve Capote’de (2005) olduğu gibi güçlülerin sadece çıkarlarını düşündüğü, başarısızlığa tahammülü olmayan, nadir görülen insani yaklaşımların bile aslında elde edilecek başarı yolunda planlı bir çalışmanın ürünü olduğu bir bölge yaratıyor. Paranın olduğu yerde başarısızlığın adı bile geçemiyor.
Bölge, ilk meyvesini Mark’ın dünya şampiyonu olmasıyla veriyor ama bu meyve Mark için Adem’in elmasına dönüşüyor. Mark’ın Foxcatcher takımına verdiği izin, sermaye sahibi Du Pont’un sınırlarının ihlal edildiğini düşünmesine neden oluyor. Bunun üzerine Du Pont, Mark’ın yerine takımın asistan koçluğuna abisi David’i getiriyor. Mark, her zaman olduğu gibi yine abisinin gölgesinde kalıyor. Tabii bu küçük ihlal Mark’ın takımdan tamamen gönderilmesine neden olmuyor. Çünkü Du Pont için sağılacak bir inek olan Mark’ın memesi hâlâ başarı dolu ve taptaze.
Mark, abisinin gölgesinde kaybolurken şampiyona zamanı geliyor. Müsabakalara hem zihnen hem de bedenen hazır olmayan Mark, şampiyonada başarılı olamıyor. Aldığı bu yenilgi Mark’ın Foxcatcher takımıyla ilk ve son başarısızlığı oluyor. Mark, Du Pont tarafından “İstenmeyen Oyuncak Adası”na gönderiliyor. Du Pont, kapitalist sistemin vücut bulmuş hâli gibi Mark’ı hem ruhen hem bedenen bitiriyor ve sonra işine yaramıyor diye ölüme bırakıyor. Hem de kafaya sıkılan tek kurşunla anında gelen bir ölüme değil; vücuda saplanan 5 kurşunla acılar içinde, yavaş yavaş gelen bir ölüme.
Bu arada otoriter bir yapıya sahip olan Du Pont’un annesi (Jean du Pont) hayatını kaybediyor. Güreşi taşra sporu olarak gören ve her seferinde oğlunun bu sporla uğraşmamasını isteyen Jean hayatını kaybedince Du Pont, topraklarında tek güç olarak kalıyor. Annesinin onlarca ödül kazanmış, milyon dolarlık atlarını salıyor. Atların, Du Pont topraklarından gitmesi haksızlığın ve hukuksuzluğun gelişinin ayini gibi oluyor. Müsabakaları kazandıklarında bile Du Pont’un hareketleri içimizde soğuk rüzgârlar hissettirirken, maçın ve annenin kaybedilmesiyle bu his buz dağına dönüşüyor. Bu kaybedilmişlikle birlikte Du Pont’un arazisinde mutlu ve huzurlu bir hayat süren David’in minderi daralmaya, yaşamı da kaybedilmişlikle birlikte zehirlenmeye başlıyor. Du Pont’u, annesine kendisini ispat etmeye çalışırken çektirdiği belgeseli izlerken görüyoruz. Du Pont, belgeselde güreşçilere güreş hareketleri gösterirken kamera David’e dönüyor ve David’in hoşnutsuzluğu, dolunayın denize yansıması gibi ekrana yansıyor. Yaptığı şeyler annesi tarafından beğenilmeyen ve takdir edilmeyen Du Pont, aynı aşağılanma tavrını David’in suratında görüyor. Foxcatcher güreş takımında tek yetkilinin kendisi olduğunu zannederken gerçekte asıl yetkilinin David olduğunu düşünmeye başlıyor. Topraklarında itaat etmeyen birinin varlığı, Du Pont’un kendi hukuk sisteminin dişlilerini çalıştırmaya yetiyor. Çocukluğundan beri tek arkadaşının, annesinin parayla tuttuğu kapıcının oğlu olduğunu düşündüğümüzde, Du Pont’un paranoyalar içinde boğulmasına, insanların onun yanında sadece para için olduğunu düşünmesine şaşırmıyoruz. Gelen başarısızlık, belgeseldeki David’in tavırları ve Du Pont’un şizofren yapısı malikânedeki mevsimi karanlığa çeviriyor.
Güreşçilerin izinde olduğu bir pazar günü David’in yanına gidiyor ve “Benimle problemin mi var?” diye soruyor. Bu soru Du Pont’un nasıl bir paranoya içinde sürüklendiğini bizlere gösteriyor. Her şeyin kendisine karşı yapıldığını sanan ve insanların kendisine düşman olduğunu zanneden, geçmişten günümüze çoğu lider ve zenginin içinde bulunduğu, egoyla harmanlanmış paranoya hâli, John Du Pont’un ruhunu esir alıyor.
Paranoyanın vücut bulmuş hâline dönüşen Du Pont, ailesinin önünde David’in yaşamına son veriyor.
Billy Beane, Moneyball’da emek harcamadan, sadece parayla gelen başarıları yıkarken, Foxcatcher’da bu görevi güreş üstleniyor. Üç karakter de hayata tutundukları tek dal olan “güreş” tarafından tuş ediliyor.
Gökçe Pekhamarat