Umut Beşkırma ile son kısa filmi İleride Bir Karaltı Gördüm üzerine konuştuk. Yirmi dakikalık bir filmde herkesin başına gelebilecek bir hikâyenin içerisinde etik, erdem, adalet, yasa, normlar gibi ağır konuları sorgulatan, zor sorular sordurtan bir dramaturji kurmuş. Filmi kendisinden dinlemek üzere güzel bir sohbet gerçekleştirdik.
Ertuğrul: Filmin sonuyla başlamak istiyorum. Seyirciyi filmde neler olup bittiğine dair arada bırakan bir sonu var filmin. Ana karakterimiz dördüncü duvarı yıkıyor, kameraya bakıyor ve film bitiyor. Neden böyle bir şey tercih ettiniz? Belki açıklamak istemeyebilirsiniz ama sizin için anlamı nedir?
Beşkırma: Ben seyircinin filme dahil olmasından özel bir haz duyuyorum. Yalnızca izleyici olarak değil, film üzerine film sırasında ve sonrasında düşünmeye devam eden birer paydaş olarak değerlendiriyorum. Dolayısıyla kolaya kaçıp bir hikâye anlatmak yerine seyirciyi de o hikâyeye tercih etmeye çalışıyorum. Seyirci sürekli, filmin sonunda bile “Ne oluyor, ne olacak?” sorularıyla merakını devam ettirmeli ki filmde en önemli şeylerden birisi de meraktır.
Filmin sonunun benim için anlamına gelince… İlk anlamı biraz kinik. Doğaç (ana karakter) orada oyuncu olarak kameraya bakıyor ve filmin bütünüyle ilişkili kesin bir anlam çıkmıyor. Bu aslında biçimsel bir şey. Film bitti demek aslında. Seyirciyi son sahneyle birlikte filme yabancılaştırarak seyirciyle farklı bir ilişki kurmayı tercih ettim. Bir de sanatçı olarak “Canım istedi” özgürlüğünün verilmediğini düşünüyorum. Bir özgürlük talebini ifade ediyor aslında o birkaç saniye. Çoğu zaman alt metinler yaratılıyor, anlamlar inşa ediliyor ve seyirci izleyip bambaşka bir açıdan bakıp bir şey söylüyor. Filmin yaratıcısı olarak siz diyorsunuz ki “Hakikaten hiç böyle düşünmemiştim.” Dolayısıyla hislerimizle tercihlerde bulunmak gerektiğine inanıyorum. Bu “Canım istedi” tavrının provokatif olması da hoşuma gidiyor. Sinemada ve sanatta olması gerektiğine inanıyorum.
Diğer anlam ise baba baskısı altında olan, babaya muhtaç olan bir çocuğun bir çeşit otoriteyi temsil eden babasından özgürleşip kendi kararını verdiği bir noktada öz şahsiyetini kazanması. Edilgenlikten çıkıp etken bir duruma geçmesi. Fakat yazım aşamasında nasıl oldu derseniz önce biçimi yaratıp sonra anlamı oluşturdum zihnimde. Yani biçimden öze oldu açıkçası. “Bu çocuk kameraya bakacak ve gülümseyecek” dedim ve sonra bunun anlamları ne olabilir diye düşündüm.
Ertuğrul: Film bana Montaigne’in Denemeler’ini anlattı her nedense. Aslında genel bir konudur ama film bende Montaigne tadı bıraktı. Adalet ve yasa ikileminde farklı tarafların çıkarlarının çarpıştığını görüyoruz. Ortada bir trafik kazası var. Yoğun bakımda anne ve oğul, o ailenin adalet isteyen babası, işini yapmaya yani yasaları uygulamaya çalışan bir polis komiseri, zanlı olarak polis merkezinde bulunan ana karakterimiz ve onu her ne pahasına olursa olsun, adalete ve hatta yasalara rağmen gerekirse bürokrasideki tanıdıkları aracılığıyla kurtarmaya çalışan anne ve babası…
Beşkırma: Bu hikâye aslında benim yaşadığım bir hikâye. Olay elbette bu kadar büyümedi, ölümlü bir kaza değildi. Boğaz Köprüsü’ne giderken bir karartı görüp kaza yaptım. Büyük bir hasar yoktu. İnsanlar toplanıp yardım ederlerken birisi bana reflektör koymamı söyledi. Tam bagaja reflektörü almaya yöneldiğim sırada bir araba yüksek hızla arkadan benim arabama çarptı. Filmdeki hikâyeyle buraya kadar neredeyse aynı. Devamı elbette kurgu. Ancak bu olayda ölümden saniyelerle kurtuldum. Yani kurgu olan kısmına geldiğimizde ortaya çıkan çatışma bana çok çekici geldi çünkü kimin hayatı daha değerli gibi bir sorudan yola çıkıyor. Reflektör koysam ikinci bir kaza yaşanmayacak. Diğer taraftan reflektör koyarken ben de ölebilirdim. Çatışma buradan başlıyor. Daha sonra kurgu kısmında sizin de saydığınız tarafların her birisi kendi taleplerini ortaya koyarak ikinci bir çatışma ve etik bir soru ortaya koyuyorlar. Adalet mi yasa mı? İkisi birlikte her zaman mümkün mü? Ne zaman, hangi koşullarda ikisinden de vazgeçeriz? Bunlar gibi sorular ortaya çıkıyor.
Ertuğrul: Daha kavramsal bir soru sorayım bunun üstüne. Yönetmenlik, oyunculuk, yapımcılık yapıyorsunuz. Bu film örneğinde olduğu gibi her zaman özel yaşamınız sanatınıza yansıyor mu? Sanatçının özel hayatıyla sanatı arasında nasıl bir bağ görüyorsunuz?
Beşkırma: Benim için her zaman öyle değil. Bir önceki filmimin olay örgüsü veya çıkış noktası bakımından benimle hiç ilgisi yoktu mesela. Ama ben okumanın, düşünmenin yanında deneyimi çok önemsiyorum. Sadece sanatçı için değil herkes için önemlidir. Deneyim, gözlemle birlikte insanı olgunlaştıran en temel şeydir. Kurgu bir metin yazmak için illa o şeyi yaşamış olmak gerekmiyor. Duygusal gerçekliğe vâkıfsanız başka olayların sizde yarattığı aynı duyguyu kurguladığınız metindeki olaya hizmet ettirebilirsiniz. Yani yazmak için yaşamak gerektiğine inanıyorum diyebilirim. En önemli yeteneğimiz empati yeteneğimiz. Bir katili de yazıyoruz senaryolarda. Katilin motivasyonunu anlamak gerekiyor. O olayı yaşamaya gerek yok tabii ki.
Dediğim gibi gözlem de çok önemli. Ben insanları dinlerim mesela. Yolda yürürken, otobüste, telefonda konuşurken… Ne hissetmiş, nasıl ifade ediyor, nelerden bahsediyor… Merak ederim. Bu merak da empatiyle ve hayal gücüyle birleşince ortaya bir şeyler çıkmaya başlıyor. Öğrencilerime de her zaman söylediğim şey “Deneyin, gezin, görün, duyun, yapın. Deneyimleyin.” Oyuncu olmak istiyorlar. Buna ihtiyaçları var, ihtiyacımız var. İnsan bir makine gibi aslında. İçine bir şeyler attığınızda ürünler alabildiğiniz bir makine…
Ertuğrul: Tekrar filme dönecek olursak, zengin ve varlıklı baba oğlunu kurtarmak için emniyet müdürü olan arkadaşını arayarak, çocuğa alkolmetreye üfletmeyerek yasal süreci çeşitli şekillerde baltalamaya çalışıyor. Bir siyasi gönderme var mıydı?
Beşkırma: Doğrudan bir siyasi gönderme değil. Toplumsal hayatımızın içerisinde ahbap çavuş ilişkisi çok olduğu için böyle algılanması normal ama burada aslen çatışmaya hizmet etmesi. Oradaki tek otorite figürü baba değil. Polis memuru da bir otoriteyi temsil ediyor. Baba’nın arkadaşı olan emniyet müdürü de polis memuru üzerinde bir otoriteyi temsil ediyor. Toplumda böyle hiyerarşiler vardır ve ilişkileri düzenler. Dolayısıyla oradaki emniyet müdürü, ana karakterimizin annesi ve babasının evlatlarını korumak için yapabileceklerini göstermek amacıyla başvurduğumuz bir araç. Bununla beraber polis memurunu da görevinden alıkoyan, adaletin önünü açmasına da yasayı uygulamasına da engel olarak onu da ikilemde bırakan bir araç diyebiliriz. Yani sonuç itibariyle emniyet müdürünü ne uğruna adaletten vazgeçeriz gibi bir soruyu sordurmak için bir araç olarak kullandık.
Ertuğrul: Otorite dedik. Filmi de dahil ederek kavramsallaştırıp sormak istiyorum. Otoritelerden bağımsızlaşan bir ana karakterimiz ve hatta ayrıca değerlendirdiğimizde bir de polis memuru var. Otorite/iktidar neye engel ya da neyin ortaya çıkmasında tetikleyici rol oynuyor? Hem film açısından hem de kavramsal olarak soruyorum.
Beşkırma: Otoritelerin, iktidarların tamamından nefret ediyorum. Bunu politik anlamda söylemiyorum. Bir cenahı, partiyi vesaireyi de kastetmiyorum. Yani sanatçı muhalif olmalı düşüncesine de katılmıyorum. O da bir otorite çeşidi. Politikanın bir şey çözebileceğine de inanmıyorum. Sorunları çözmüyoruz, başka bir bağlama taşıyoruz aslında. Politika bunu toplumsal zemine taşıyor yalnızca. Dolayısıyla sorun çözmek işin doğasında yok ve hatta sorun çözmek diye bir şey yok sanırım. İnsanın karmaşasını yani benim filmlerime konu olarak aldığım şeyi politikanın hele otoriteyi bir araç olarak kullanarak çözmesi imkânsız. Belki bir nebze yardımcı olabilir. Yani güvenlik ve refah kaygısı olmayan Avrupa ülkelerindeki intiharları nasıl açıklayacağız o zaman? İnsanın karmaşası otoriteyi ve politikayı aşan bir şey bana kalırsa. Yani filmde çocuğun babasından özgürleşmesi, o otoriteyi yıkması ve kendi zararına olacak yönde kendi kararını alması beni mutlu eden bir sondu. Tam tersi de olabilirdi elbette. Ancak o otoritenin yıkılması filmin yaratıcısı olarak bende de bir haz yarattı. Nitekim ben oyunculuk dersi verdiğim öğrencilerimi de benimle aralarındaki otoriteyi yıkmaları için cesaretlendiriyorum. Gereksiz ve seremonik bir saygı duyuyorlar. Bu da yaratıcılığa bir noktada ket vuruyor. Çünkü bir denetlenme hissi yaratıyor otorite. Dolayısıyla hata yapmaktan çekinmeye neden oluyor. Çünkü her tip otorite baskıyla gelir.
Ertuğrul: Filmde Baba’nın oğlunu dövdüğü sırada “Bizi el aleme rezil mi edeceksin?” demesi de ayrıca otorite açısından dikkate değer. Foucault perspektifiyle bakarsak da iktidar/otorite yalnızca kurumsallaşmış değil, hayatın içerisinde. Yani hukuki normlar bir kenara rezil olacağın “el alem” kim ve ne hükümleri var? O normları yaratan ve sürdüren görünmez iktidar/otorite sana oğlunu şiddetle cezalandırma gücünü veriyor. Hata yapma hakkını elinden alıyor mesela.
Beşkırma: Kesinlikle katılıyorum. Hata yapma hakkı burada önemli bir nokta otoriteye karşı. Çünkü hata demek normun dışında bir şey yapmak anlamına gelir. Böylece otomatikman özgürlük bir idea olarak kendini belli eder. Ben derslerimde bunu hep vurgularım. Rezil oluruz korkusuyla öğrenciler hata yapmaktan çekiniyorlar. Neden? Çünkü öğretmenine, arkadaşına rezil olacak. Sürekli hata yapma korkusu içinde olunca kişi ne bedenini ne ruhunu açabilir ne de özgürleşebilir.
Ertuğrul: Keyifli bir sohbet oldu. Teşekkür ediyorum.
Beşkırma: Ben de teşekkür ederim. Çok keyifliydi.