Bilim-kurgunun bel kemiğini oluşturan ütopyalar ve distopyalar, son on yılda sayısız roman uyarlamasıyla pek çok yapımın kurgusunu inşa etmiş, bu yapımlar da edebiyatın kelimelerle çizdiği yeni evren/yeni yaşam alanı fenomenlerini beyazperdede renklendirmiştir. Hunger Games, Allegians ve Maze Runner serileri, The Girl With All the Gifts (2016), Annihilation (2018) gibi distopik bilim kurgular; örneklerinin sayısı hızla artan bir akımın da güçlü öncüleri olmuşlardır. Ne var ki senaryoda ne kadar orijinal olunmaya çalışılsa da bu yapımların birbirine çok benzer motiflerine ve çıkış noktalarına bakıldığında kurgunun ilerleyebileceği seçeneklerin geniş tutulduğu söylenemez. Distopya filmlerinin ana hatlarını çizersek ya dünya nüfusunu yok etme tehlikesi taşıyan bir hastalıkla mücadele etmeye çalışan bilim insanlarıyla ya da bir kurgusal bir mekânda deneye tâbi tutulan bir grupla karşılaşıyoruz. Dolayısıyla kurgular çoğunlukla bu iki temelde gelişirken filmlerde özgünlüğün mücadele sahneleri, yöntemleri, görsel dolgunluk ve teknik efektler aracılığıyla sağlanmaya çalışıldığını görüyoruz. Nitekim Alexandra Bracken’ın aynı adlı romanından uyarlanan The Darkest Minds (2018) da bir distopya içine inşa edilmiş, dünya-insan çatışmasını gençlere hitap eden bir dille anlatan yapımlar kervanına katılan bir başka bilim kurgu filmi olarak yerini almıştır. Stranger Things ve Arrival (2016) gibi ilgi gören serilerin ve filmlerin yapımcılarının ürünü olan uyarlama, kendinden önceki kurgulara neredeyse doğrudan gönderme yapan, çok benzer motiflerle işlenmiştir. Olaylar her ne kadar romandakine paralel şekilde ilerlese de karakter tasvirlerinin, Bracken’ın kurguladıklarından oldukça farklı şekilde karşımıza çıkması dolayısıyla yapımın serbest bir uyarlama oluğu söylenebilir.
Filmde, dünyayı kasıp kavuran bir hastalık sonucu çocuk nüfusunun %98’i kaybedilmiştir. Hastalığı taşıyan çocuklara karşı savunma konumuna geçen yetişkinler, çözümü tüm çocukları karantina altına almakta bulmuştur. Böyle bir dünyada kendi geleceklerini tayin etmek üzere bir araya gelip yetişkinlerin elinden kurtulan gençler, yeni bir topluluk hâlinde yaşamaya başlar. Ancak bu birliktelikte mücadeleyi yalnızca yetişkinlere karşı değil, aynı zamanda kendi içlerindeki düzensizliğe, anarşiye, güçlülerin dayattığı ve zayıfların ezilmeye mahkûm edildiği bir hiyerarşiye, ayrıca en nihayetinde kendi türlerini yok eden doğal hastalığa karşı da vermek zorundadırlar. Bu üç yönlü ilerleyiş, filmin kurgusuna dolgunluk kazandırırken farklı yapımların öykülerini de bir araya getirmiştir. Bu süreçte Amandla Stenberg’in canlandırdığı başrol karakteri Ruby, Liam (Harris Dickinson) ve Clancy (Patrick Gibson) arasında değişen ilişki ve güç dengeleri, diğer örneklerinden çok da farklılık göstermeyen kurguyu sosyal bir boyuta taşımıştır.
Filmde savaş ve mücadele sahnelerine ağırlık vermek yerine bu sosyal boyutun ön plana çıkarıldığı görülür. Filme özgünlüğünü kazandıran da nitekim distopik bir ortam içerisinde en büyük mücadelenin doğal fenalıklar yerine içinde sosyal ilişkiler ve insanlar bulunan bir bağlam olduğunu göstermesidir. Böyle bir bağlamda kuralları koyan, kimsenin önüne geçemediği hastalık değildir artık; esas çerçeve, insanlar arasındaki güç mücadelesi, anarşi temelinde oluşan topluluklar, birbirinden kopan, dolayısıyla da aralarındaki uçurum gittikçe artan gruplar tarafından çizilmektedir. Bu anlamda distopyanın çıkış noktasını oluşturan hastalığın, filmin gelişme ve sonuç kısmında artık neredeyse bahsi geçmeyen, yalnızca arka plan oluşturan bir olgu hâline geldiği görülür. Çünkü sahne, hırs ve güç kavramları arasındaki çatışmaya bırakılmıştır. Kendilerini savunmak ve hayatta kalmak amacıyla bir araya gelmiş olan böylesi bir topluluk içerisinde hızla yayılan anarşi de akıllara William Golding’in Sineklerin Tanrısı adlı eserini getirir. Tıpkı bu eserdeki bilinmeyen bir adaya düşen bir grup çocuğun kendi başlarına yeniden bir topluluk oluşturması ve bu topluluk içinde de farklı güç dengelerine göre yeni hiyerarşiler kurmaları gibi Ruby ve içinde olduğu topluluk, aile-halk-devlet ve sonunda anarşi oluşumlarının çeşitli fazlarını örneklemektedir.
Aksiyon ve gerilim unsurlarını geride tutan filmin durağan bir akışta ilerlediği görülür. Bu özelliklerde benzerleri arasında güçlü yapımlar bulunurken ne var ki The Darkest Minds’ın aynı performansı gösterdiği söylenemez. Bir kitap uyarlaması olması dolayısıyla da her ayrıntı kapsanamamıştır. Bu nedenle birbiriyle yeterince ilişki kurulmadan, daha ziyade kurguyu tamamlamak için hızla sıralanmış sahneler arasında kimi zaman kopuklukların olduğu görülür. Söz konusu, güçlü bir yapım olabilmesi için her ayrıntının, nedensel ve mantıksal bir temele dayandırılması gereken bir bilim kurgu filmi olduğundan, ne yazık ki beklentilerin bu yönde karşılandığı söylenemez. Bunun yanı sıra adını zihinsel-psişik güçlerden alan film, karanlık zihinlerin gizemini kurgusunda özgünlük sağlayabilmek için bir avantaj olarak kullanabilecek, Prestige (2006) gibi zihin oyunlarıyla izleyiciyi şaşırtabilecekken, bu unsuru pek çok örneğine rastlanabilecek bir süper güç olarak tutmakla yetinmiştir.
Filmin son sahnesinde Ruby, ona âşık olduğu için hayatını tehlikeye atmış olan Liam’ın zihninden kendisine ait tüm hatıraları silerek Liam’a yeni bir kapı aralar. Bu sahne, aynı zamanda bir kitap seriden uyarlanan filmin, yeni bir yapımla, ancak farklı bir yolda devam edeceğinin de işaretidir. Kurgu eksiklikleri ve uyarlama tekniği açısından ilk filminde aldığı eleştiriler dikkate alındığı takdirde gelecek yıllarda beklenen ikinci yapımın ayakları yere daha sağlam basacaktır.