1999 yılının Nevşehir toprakları ve İstanbul’un yeraltı sofrasında yaşayan canlılarının hikâyesidir bu film. 41. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde; En İyi Yönetmen, En İyi Senaryo ve En İyi Film ödüllerini kazanmıştır. Evet, Yazı-Tura’dan (2004) bahsetmek biraz geçmişe dönmek olacak fakat toplumsal yaralara parmak basan kült filmlerimizi tekrar tekrar hatırlatmanın önemli olduğunu düşünüyorum. Hele ki ülkemizin içinde bulunduğu bu zorlu günlerde yapabileceğimiz tüm içsel değerlendirmeler; yüzeysel ve dogmatik görülerden az da olsa bizleri uzak tutarak, kalbimize aydınlık getirecektir. Yazımıza dalmadan, tüm insancıl tezleri gözden geçirerek, Şeyh Edebâli’nin düsturunu hatırlayalım: “İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın!”
Film; dönem iç politikaları sonucu karşılıklı alevlenen Kürt Meselesi paralelinde, mağdur edilmiş insanların hayatları üzerinden ilerleyen bir hikâye üzerine kurulu. Aynı zamanda ötekileştirilen tüm topluluk ve fikirlerin yansımalarını da açıkça görebileceğimiz kült bir eser. Yıldırım Türker’in; “Yazı Tura’da; hayatın çoktan yenik düşmüş olduğu bir dünya tasvirini çizen görüntülerin kirliliği, seyirciye yoğun bir huzursuzluk armağan ediyor. “ dediği isabetli betimlemesi gibi, bulanık bir görüntü yumağı eşliğinde ve bir taşra otobüsünün görüş açısında kamaşarak açıyoruz gözlerimizi.
Karlı bir yolda ilerleyen askeri aracın görüntüsü, az sonra gerçekleşecek çatışma sahnesiyle mevziisine giriyor. Şeytan Rıdvan (Olgun Şimşek) ile Hayalet Cevher‘in (Kenan İmirzalıoğlu) hayatlarının tamamen değişeceği o âna doğru yaklaştığımız sahnede, kamyondan aşağıya PKK ile çatışmak için inen ikilinin, öldürdükleri kişilerin aralarında gezdikleri sırada, bir kadın bedenine rastlamaları ile hikâyenin artık marşına basıyoruz. Bu beden; Rıdvan’ın çok önceden âşık olduğu, ailesinin Nevşehir’den Güneydoğu’ya göçmesi ile yolların ayırdığı kişiden başkası değildir. Kadının, ailesinin yaşadığı birçok hadisenin akabinde dağa çıkması, ne hazindir ki, zamanında âşık olduğu Türk’ün elinden vurulmasına uzanacak bir hikâyenin çıkmazına varacaktır. Rıdvan bu olayın anlık travmasında, bilinci kapalı bir halde mayınlı araziye atar kendini. Bu durumu farkeden Cevher’in onu durdurmaya yeltenmesi, Rıdvan’ın ölmesini engelleyecektir. Fakat bu kurtarış, Cevher’in bir kulağı ve de futbolcu olmaya çalışan Şeytan Rıdvan’ın bir bacağını kaybetmesine engel olamayacaktır. Geride, öldürülmüş bir Kürt kadını, bedenen ve manen ise kaybolacak bir Türk erkeği vardır. Kürt halkı ölmüş, Türk halkı ise yaralanmıştır.
Güneydoğu’da yaşadıkları bu hadiseden sonra malulen gazi olarak erken terhislerini alan ve memleketlerine dönen Rıdvan ve Cevher için artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Rıdvan’ın askere gitmeden önce evlenmek için sözleştiği kız, en yakın arkadaşı ile askerdeyken işleri pişirecek, kızın babasının da bacağı olmayan bir gaziye verecek bir kızı olmayacağından, kendisini intihara sürükleyecek olaylar; bir silsile şeklinde arka arkaya gelecektir. Bir gecenin karanlığında, meyhane çıkışı ettiği bir sokak kavgasından sonra, silahını şakağına dayayarak intihar edecek Rıdvan, hayatına son verecektir. Geride, Rıdvan’ın kalbi yaralı annesi, taşraya sıkışmış, şükretmeyi unutmuş, eksik hayatlar sürüsü içinde kalmış birçok yan hikâye elimizde kalacaktır. Kazanan sadece, “Vatan sağolsun!” edebiyatıdır. Bu savaşın oyuncakları, kimsenin umurunda olmayacaktır.
Cevher’i ise başka trajediler beklemektedir. Tarlabaşı’nın; travesti, göçmen, yankesici, uyuşturucu satıcısı, mafya ve ötekiler ile dolu sepetinde, kırık çok sayıda yumurtadan sadece birisidir Cevher. Ne kadar dürüst bir yaşam sürmeye çalışsa da, ızdırabın içine çektiği bu karanlık dünyada, umuda yaslanacak, ona ait çok az dal parçası vardır. Uzun süre emek verdiği ve borçla açtığı tren garındaki büfesi ise 17 Ağustos Depremi ile yıkılacaktır. Hem de sevgilisi ile sevişmenin en doruklarında iken, belki de hazzın gölgesine sığınmak isteyen bir ülkenin, keyfinin kaçmasına delâlet olduğu bir anda. Deprem sonrasında, yıllar önce 6 – 7 Eylül olayları nedeni ile Türkiye’den kaçan Rum göçmeni anneliği ile tanışacaktır. Kısa süre önce de arka fonda Yunanistan ile Kardak Krizi atlatılmıştır. Kürt sorununda kulağını bırakan Cevher’in ‘milliyetçi midesini’ bulandıran bir Yunan analığı ve kardeşi de olmuştur sonunda. Ama kardeş kardeştir işte. Sevgili de sevgili. Sen ona ne kadar Yunan, Kürt desen de, o senin bir parçandır. Bir başka kabulleniş gerekliliği ise, kardeşliğinin eşcinsel olmasıdır. Hayatında ilk kez gördüğü kardeşi Teoman’ın hazin öyküsü, babalığının tecavüzü sonrası iliklerine işlenmiştir. Dedik ya, herkes yaralıdır ve herkesin eksik kalan bir hayatı vardır bu filmde. Nitekim kardeşini korumak için girdiği kavgada öldürdüğü bir sokak magandası yüzünden, devletin tutsağına düşecek olan Cevher, toplumsal katmanın en dibindeki yerini sağlama alacaktır. “Gaziyim ben” demesi polisler için hiç bir anlam ifade etmemektedir. Çünkü adalet vicdan muhasebesi yapmaksızın, iyi ile kötüyü değil; suçlu ile suçsuzu ayıran bir kurumdan ibarettir. Cevher ve Rıdvan bu hayata belki de en baştan teslim olmuşlardır. Tıpkı kendi sosyal katmanlarındaki çevreleri gibi.
Vatan her daim sağ olurken, vatanı oluşturan tüm canlılar, doğal ortamlarından uzakta bırakılarak yaralanmış ve ölüme itilmişlerdir. Kendi hayâlini kurduğumuz ülkelerin çok uzağında, kalemle yazılan bir hikâyede, silgi ile basitçe silinebilecek, eksik kalanlardan ibaretizdir belki de. Herkesin eksindiği ve yarım kalmışlığı, kendi hayatının teşhiridir. “Sinema sağolsun!”
“Ben İstanbul’lu Cevher. Hayalet Cevher. Hayatım makinalarla geçti. Trikotajda çalıştım, tornada çalıştım. Şimdi de elimizde ‘makina’ burada çalışıyoruz. Askerden dönünce çiçekçi dükkanı açıcam. Mis gibi kokacak hayat!”
“Göremeli Şeytan Rıdvan. Futbolcuyukh. Esasında Fenerbahçeli Şeytan Rıdvan var ya? Oaa benzetirler beni. Askerden sonra Denizlispor’a transfer olacam. Ondan sonra Fenerbahçe olur mu? Olur. Kısmet! Hayır yani bizim de kendimize göre hayallerimiz var!”