Hayata dair bir şeylerin ve her şeyin tadına bakmak için istasyona uğramalı insan. İstasyonlar; ayrılmayı veya ulaşmayı bekleyen herkesin hayatını bölük pörçük, parça parça, tedbirli, temkinli ve en çok da bilinmezliğin verdiği iç gıdıklayıcı bir huzursuzlukla ele verir. Adımların büyüklüğü, sıklığı, oyalanışı, ellerin birbirine mesafesi, bakışların demir attığı noktalar, aralık çantaların ağzından fısıldayan renkler, kokular, ağırlıklar… Her bir ayrıntı kendi hikâyesini çoktan yazmaya başlamıştır görmeyi bilen gözlerin nazarında. Anlıktır hepsi, kimse bir istasyonda kalıcı olmak istemez. Bir hikâyeci için gitmek-kalmak-gelmek arasındaki bu kısa zaman parçalarında önemli olansa her bir duraktan “işe yarar bir şey” toplamak, küçük çakıl taşlarından dağlar devşirmektir.
Nitekim Pelin Esmer ile Barış Bıçakçı’nın kaleminde enfes bir anlatı sunan İşe Yarar Bir Şey (2017), başrolde Başak Köklükaya’nın canlandırdığı Leyla’nın dizelerinde hayata dair göze pek ilişmeyen tutamları şiirle örmüş, insana dair sayısız duyguyu işe yarar bir şeye dönüştürmüştür. Adana Film Festivali, İstanbul Film Festivali, Boğaziçi Uluslararası Film Festivali gibi prestijli festivallerde gösterilen yapım; oyunculara, senaristlere ve yönetmene farklı alanlarda en iyi derece ödüllerini kazandırmıştır. Diyaloglar şeklinde ilerleyen kurgunun bu başarısı, öncelikle metin ile görselin birlikte sunduğu şiirsel anlatıma borçludur. Dolayısıyla film boyunca şiirsellik, estetize edilmiş bir gündelik hayat sergisi ön plana çıkar. Görünürde iki kadının bir tren yolculuğunda tanışıp arkadaşlık kurması, sonrasında birbirlerinin hayatını geri dönüşsüz bir şekilde etkileyerek insana dair acı tatlı pek çok duyguyu harmanlayan bir drama ortaya koymuştur.
Metnin görsele ağır bastığı yapımlardan olan film; buna rağmen her sahneyi mimikler, bakışlar, vücut dili ve insanların çeşitli ortamlardaki yansımalarıyla son derece ekonomik kullanmıştır. Dolayısıyla her kelimenin ve yüz ifadesinin bu derece önem kazandığı kurgu, izleyiciyi yoğun bir anlatı katmanıyla kucaklamaktadır. Hikâye(ler)nin tam ortasında başlar her şey: İstanbul’dan İzmir’e kalkacak treni bekleyen yolcular arasında muhabbete dönüşemeyen kelime alışverişlerinde Leyla, Canan ile babasına kulak misafiri olur. Kendisi gibi Canan da İzmir’e gidecektir; “Hemşireliği yeni bitirdi,” der babası. “İş görüşmesine gidiyor.” Babasının, çantasına tıkıştırmaya çalıştığı bisküvilerin varlığında ezilen Canan’sa (Öykü Karayel) kendini istemediği şekilde ele veren bu huzursuz bekleyişin bir an önce son bulmasını ister. Nihayet trenin hareket vakti gelince de oyalanmadan babasıyla vedalaşır, henüz oracıkta tanışılan Leyla’ya emanet edilir ve görünenden apayrı bir hikâyeye doğru yol alır.
Bundan sonrası çoğu yol hikâyesinde rastlayacağımız şekilde kompartımanlar arasında birbiriyle tesadüf eden hayatlara kısa mercekler tutarak ilerler. Ancak filmi benzerlerinden ayıran en önemli özellik, bu geçiş sahnelerinin şiirsel dokusudur. Leyla’nın kaleminden işitir, görür, duyumsarız her şeyi: avukatlık mesleğinin kılıfı altında gizlediği şairliği anlatır yolculuğu. O tasvir ettikçe kelimeler gerçek hayatta karşılık bulmaya başlar. Dile getirdiği duygular, insanların yüzüne bir bir kurulur. Leyla’nın gözlerinden sözcüklere yansıyan tüm ayrıntılar, işe yarar bir şeye dönüşüverir. Dolayısıyla film boyunca önce şiiri, sonra görüntüyü ve sesi takip etmemiz gerekir. Yönetmenlik koltuğunda da oturan Esmer, izleyiciye sunduğu bu kılavuzla bilindik yolların güzergâhından çıkıp kendine yeni bir patika tutturmuştur.
Tren, gecenin ilerleyen saatlerine doğru yol aladursun, baştaki çekingen hikâyeler Leyla’nın anlatısına konuk olmaya başlar. Leyla, yemekli vagonda kendi sesini dinleyip cümlelerini tarttığı sırada Canan gelir. Pek istekli görünmese de Leyla’nın davetini geri çevirmeyerek masasına oturur. Karşılıklı tek tük soru alışverişi, bir yabancıyı istenen mesafede tutacak kadar müsaade eder birbirlerini tanımalarına. Canan oyunculuk hayallerinden söz eder, hemşire olmayı hiç istemediğini, ayağını sürüyerek gittiğini anlatır. Leyla ise kendini avukat olarak tanıtmıştır, lise arkadaşlarıyla yirmi beş yıldır süren geleneksel buluşmalarına ilk defa katılmaya gidiyordur. Sırasıyla hayatlarına dair gündelik bir şeyler paylaştıkları konuşma, tren camına yansır bir yandan. Burada dikkat edilmesi gereken “yansıma”lar, konuşmanın ilerleyen kısmında anlatılanlarla kastedilenlerin farklılaşmasıyla beraber filmde birer sembole dönüşecektir. Nitekim filmdeki insanların hayat vitrinlerine yansıttıkları görüntüler, içlerinde tuttukları kimliklerden çok farklıdır. Hikâyesini anlatan karakterler; tanıştıkları kişilere ancak bu yansımaları gösterip asıllarını kendilerine saklamaktadırlar. Dolayısıyla herhangi bir yansımanın yer aldığı sahne, daha sonra orada anlatılan öykünün ardında başka bir durumun yer aldığını fısıldamaktadır.
Leyla ile Canan’ın sohbeti sırada tanımadıkları iki kadın, boş yer bulamayınca ikilinin masasına oturur. Onların gelişiyle genişleyen muhabbet halkasında Canan, kendi ölümü için yalvaran yatalak bir hastadan söz etmeye başladığı an o zamana değin ördüğü hikâye duvarı bir bir yıkıma uğrar. Leyla anlamıştır; iş görüşmesi adı altında Canan’ın esas varacağı durak, gece boyu anlattığı yatalak hastanın yanıdır. Bir doktor tanıdığıyla yaptıkları anlaşma üzerine hastaya istediği huzuru(!) vermeye, nefes almaktan vazgeçmiş bir canı almaya gitmektedir. Bunu öğrendiği anda Leyla’nın Canan’a bakışları bambaşka bir hâl alır. Zira başından geçenleri anlatırken Canan’ın hikâyesine eklediği her kelime, kişilerin konumlarını, onlara karşı bakış açısını, hissedilen duyguları, kurgulanan gerçeklikleri değiştirir. Artık Leyla’nın karşısındaki, hayatının baharında tüm naifliğini ortaya seren hayalperest bir kız değil; ellerinin arasında ölümü, yüreğinde vicdanın ağırlığını taşıyan sessiz bir fırtınadır. Bu dönüşüm, aynı zamanda filmin kurgusal örüntüsünde sıkça gördüğümüz bir düzendir. Esmer, hiçbir hikâyeyi en başta ele vermeyerek her bir ayrıntının zamanla kendini açmasını sağlamıştır. Anahtar ise kelimelerdedir; bir yenisi eklenen her sözcükle beraber hem karakterler farklı bir boyut kazanır hem kurgunun doğrultusu değişir. Tren aynı istikamete gitse de varılacak yollar, doğruluğa kavuşan hikâyelerle beraber çoktan başka yerlere uzanmıştır.
Canan’ın yolculuğunun gerçek nedenini öğrenince Leyla’da iştahlı bir hikâye anlatıcısının doyumsuz merakı büyümeye başlar. Onun peşinden gitmeli, hikâyesinin nerelere varacağına bizzat tanık olmalı, hatta belki bir ucundan tutarak işe yarar bir parçası hâline gelmelidir. İçinden geldiği gibi de yapar; Canan’ın anlam veremeyen bakışları altında onunla yatalak hastanın yaşadığı apartmana kadar gider. Kapıyı Canan için aralar, ortalığı kolaçan etme bahanesiyle kendini hikâyenin tam ortasına atar. Canan’ın anlattığı her şeyin doğru olduğunu görür. Bütün gün uçsuz bucaksız deniz mavisine bakan penceresinden hayat dolu bedenlerin ileri geri gezintisini izlemekle yetinen Yavuz (Yiğit Özşener), boylu boyunca uzandığı yerden ölümün adımlarını beklemektedir. Fakat karşısında doktor arkadaşının yolladığı hemşire yerine hayranı olduğu şairi görünce şaşırır. Yine de ölüm fikrine teslim olmuş bir kimsenin hayata karşı doygun bakışlarıyla konuğunu ağırlar. Ne tesadüftür ki kendisi de bir şairdir ve yaşamı kelimelerle deneyimlemenin tadını pekâlâ bilir. Böylelikle iki şairin incelikli muhabbeti başlamış olur.
Buradan sonra kurgu; bir hikâyeler, nefesler, övgüler ve tevazu içine gizlenmiş büyüleyici şiirler teatisine döner. Metnin sıkı dokusu dikkat çekerken her şeyin şiirsel bir dinginlik ve estetik tatla dile getirilişi, edebiyatın beyazperdede son derece başarılı bir yansımasını sunar. Canan’ın da sonradan katılmasıyla zenginleşen muhabbet, öyle doyumsuz bir hâl alır ki eve geliş amacı, kendini çoktan unutturmuştur artık. Ancak vakit kısıtlıdır. Her şey Yavuz’un bakıcısı gelmeden olup bitmek zorundadır. Dolayısıyla iki kadın, bir sonraki gün kaldıkları yerden devam edip noktayı koymak üzere Yavuz’la sözleşir. Hikâyenin bu aşamada noktalanmayıp virgülle bağlanması, kurguya Binbir Gece Masalı havası vermiştir. Orada bulunan hiç kimse bu muhabbetin son bulmasını istemezken bir yandan herkes ertesi gün paylaşılacak manzum vakti sabırsızlıkla beklemektedir. Esmer, bu iki duygu arasındaki gerginliği karakterlerin tereddütlü ayrılışına çok doğal bir şekilde işlemiştir.
Doğal olan bir başka takdire şayan nokta ise Canan karakteriyle izlediğimiz Öykü Karayel’in naifliği kusursuz yansıttığı oyunculuğudur. 2008’den günümüze kadarki tarihi göz önünde bulundurulduğunda İşe Yarar Bir Şey, Karayel’in filmografisinin ortalarında yer alır. Fakat Karayel; hayat karşısında tecrübesiz, toy bir gençliğin tereddütlü bakışlarını, yarısında duygusunu değiştiren cümlelerini, neredeyse “henüz yeni oyuncu” zannedilecek bir naiflikle yansıtmıştır. Canan karakterinin mizacında bulunan bu doğal saflık hâli, altta işlenen dramatik hikâyenin hüznünü de derinleştirmiştir.
Nihayetinde o beklenen ertesi gün gelir. Dönüşe geçmek üzere hareket ederken durmadan arkasına bakan iki kadının bakışlarından maviliğe uzanan, huzur dolu bir pencere yansır. Esmer, şiir mısralarına noktayı yakıştırmadığı gibi filmin son sahnesini de üç nokta ile ölümsüzleştirmiştir: bir rastlantı sonucu birbirine ilintilenen Canan, Leyla ve Yavuz. Her nokta, bir başka hikâyeye doğru savrulurken ortaya gittikçe derinleşen, “işe yarar bir şey” çıkmıştır.