Suspiria (Yön. Luca Guadagnino, 2018)
Şimdiye kadar yapılmış en dikkat çekici korku filmlerinden biri olan Dario Argento imzalı Suspiria (1977); kırmızı, yeşil ve mavi renklerin siyah-beyaz ekspresyonist desenlerle harmanlandığı, grimsi psychedelic renk paleti ile ünlüdür. İlk filmde son derece stilize bir şekilde kullanılan technicolor tarzı estetiği bir kenara bırakarak yola devam etme kararı alan Luca Guadagnino, korku filmi izlemeyen insanları sinemaya götürecek kadar iddialı, rahatsız edici ve daha pastel renkli yeni bir versiyon için hazırlıklara başladığını duyurduğunda tüm Suspiria hayranlarını hem meraklandırmış hem de oldukça üzmüştür.
Guadagnino’ya göre; Suspiria, suçluluk ve annelik duygularıyla alakalı bir filmdir. Bu nedenle filminde oldukça soğuk, şeytani ve karanlık bir atmosfer oluşturmaya çalışır. Parlak renklerden yoksun, pas, bej ve toprak gibi sessizce konuşan tonların hâkim olduğu bir film ortaya çıkararak büyük bir kumar oynar. İç çekişlerin annesine ait bu kült korku filmini, güçlü kadınlarla ve dansın kemikleri kıran ritmi ile birleştirerek yeniden yorumlar. Suspiria’yı dişiliğin bastırılmış tutkuları ile önce alevli bir kızıllıkta yakar, arından tüm tutkuları birer birer serbest bırakarak hikâyeyi devrimin kırmızı renkleriyle yeniden boyar.
İlk film gibi Susy karakteri seyircinin dikkatini çeken kişi olsa da Guadagnino uyarlamasında Tilda Swinton’ın canlandırdığı üç ayrı karakter hikâyenin asıl merkezini oluşturur. Madame Blanc, Dr. Josef Klemperer ve Helena Markos olmak üzere üç -dikkatli seyirciler için aslında dört- ayrı karaktere hayat veren Swinton aslında filmin “ana” figürüdür. Tıpkı ayrılan tarafları ile mücadele eden Berlin kenti, tutucu geçmişi ve açığa çıkan tutkuları ile tezat oluşturan Suzy gibi bu karakter de farklı rollerle karşımıza çıkarak kendisi ile bir çelişki oluşturur.
İki filmde de Suzy’nin uyku ve uyanıklık, görünmek ve kaybolmak arasında gelip giden hali seyirciyi uyku sanrısının içine düşmesine neden olur. Onun kâbusları aslında filmin de tinsel özünü oluşturur. Argento’dan farklı olarak Guadagnino, ruh halini daha Freuden ve psikoanalatik göndermelerle süsler. Rüyaları, suskun bir şekilde anlaşılmayı bekleyen, okunması zor, görsel ipuçları ile renklendirir.
İlk Suspiria’nın dikkat çeken gotik müzikleri de Guadagnino’nın uyarlamasında Thom Yorke’un şahsına münhasır sesiyle bambaşka bir atmosfer kazanır. Melankolik ve yumuşak sesi ise tam olarak filmin adına uygun olacak şekilde seyircide derin bir iç çekiş yaratır.
40 yıl sonra bile hala güçlü bir sihre sahip olan Suspiria’yı toprak tonlarla ve kan kırmızısı renklerle süsleyen Guadagnino, bu değişken paleti sosyal, ruhsal ve cinsel kargaşayı kodlamak için kullanır. Yani renkleri, bedensel ve ruhsal acılar üzerindeki baskıyı ortaya çıkaran fonksiyonel bir araç ve şiddetli bir şekilde değişme duyulan arzuyu ifade eden bir nesne olarak kullanır ve onun Suspiria’sı kırmızı rengi bir bayrak gibi devralan, ataerkilliği ve tahakkümü reddeden yeni nesil devrimci kadınların omuzlarında yükselir.
Mehmet Neşet Turgut