2012 Atıf Yılmaz Kısa Film Yarışması ‘nda yer alan filmleri sırayla izlemeye giriştiğim gün dikkatimi çeken filmlerden biri Alala oldu. Oyunculuklardan ışık kullanımına, detayları çarpıcı, monologları derinlikli bu filmden bir iki film sonra da Canım Benim çıktı karşıma. Monolog ya da diyalog içermeyen ama ağır bir özlem vurgusu taşıyan bu kısa film de aynı yönetmene aitti: Ahmet Baturay Tavkul. Türkiye ‘nin ilk animasyon sanatçılarından, aynı zamanda ilk storyboard sergisinin de sahibi Şafak Tavkul ‘un oğlu bu genç yönetmen, şu ana kadar çektiği filmler ile yurtiçi ve yurtdışında pek çok festivale katılmış, çok sayıda ödülün sahibi. Kendisiyle filmleri, Türkiye ‘de sinema ve kişisel yolculuğu üzerine yaptığımız oldukça keyifli bir söyleşi huzurlarınızda.
Filmler özelinde de sorularım olacak, ama genç bir yönetmen ile söyleşi için önce klasik soruyu sorayım: Sinema yapmak nasıl bir seyir ile yaşamın, işin haline geldi? Karar anları var mıydı, belirli olaylar?
Annem yazar, babam çizgi filmci. Çocukluğumdan beri hep ‘anlatı’ üzerine konuşmalar içindeydim. Hiç “Ben yönetmen olacağım” dediğim bir an olmadı ama doğduğumdan beri kendimi özgür bırakmak motivini hep hissettim. Sinema benim için hep vardı ama bir hür olmak seyri içinde. Onlu yaşlarımdayken izlemek istediğim filmleri sevdiğim oyuncular üzerinden ayırarak sırayla seyretmeye başlamıştım. Yönetmen bir ağabey “Madem ayırıyorsun, yönetmenlere göre ayır da seyret” demişti. Dediğini yaptıktan sonra yönetmen bakışı denen şeyin ayırdına varmaya başladım. Sonra okul girdi. Ben bir şeye başladığım zaman kendimden katabileceğim bir parça bulamazsam bırakırım, orada olmam, buna her şey dahildir. Ama sinema ile uğraşırken bunun olmayacağını, tam tersine içinde kendimi bulacağımı hissediyordum. Belki sonunu göremediğim içindir, kim bilir.
Bir animasyon ustası ve Türkiye ‘deki ilk storyboard sergisinin sahibi olan babanın sinemaya ilgin ve yapıtlarında etkileri oldu mu?
Evet, önemli bir dönüm noktası var örneğin. 14 – 15 yaşlarında Da Vinci temalı bir defterim vardı. Kulaktan dolma bir “Altın Oran” biliyordum. Babama bunu sorduğumu ve bana şöyle dediğini hatırlıyorum: “Boşver matematiği, Altın Oran gözüne güzel görünendir”. Kendi estetik kararlarımdan çekinmemeyi öğrendim.
Sinema okumaya başlayana değin yaptığın işler oldu mu?
Bir iki reklam filminde oynadım çocukken (Gülüyor) Ben sinema yapmayı çok da yaşamın kendisinden ayırt etmiyorum. Büyürken ne olacağımı bilmiyordum, umursamıyordum daha çok. Kendini bulma süreci bu, içinde müzik yapmak da var, davul çalmaya öyle başladım. Gazım yetmedi ona, ellerim var dizlerim var dedim. Takarım kulaklığımı çalarım oturup evimde. (Bir gülme arası daha) Sattım zillerimi, trampetlerimi, evdeki gitarlarla takılmaya başladım eğlencelik. Yaptığım ve yaşadığım her şey kadar işe yaradı müzik icraat sürecimde. Sinema yapmamı bu destekliyor, altyapı sağlıyor. Her defasında da iyi ki böyle olmuş, iyi ki bunu da yapmışım diyorum. Analitik o kadar heyecanlandırıyor ki insanı.
Portre ilk filmin olarak görünüyor, öğrenciyken değil mi? Sonraki işlerinde, görselliğin son derece güçlü olduğu, hikayenin gözün gördüğü ile yoğun biçimde desteklendiği işlerin var. Buradan aklıma şu soru geliyor: Gözün gördüğü – Sinema ilişkisi sence nasıl? Kişinin anlatacakları mı olmalı, yoksa her şey sinema olabilir mi?
Portre’yi birinci sınıfta çektim, okulda ilk ödevimdi.
Ciddi misin? Bitirme ödevi ya da dönem ödevi de değil yani?
Yok değil. Birinci sınıfta dönem içinde verilen ödevlerden biri. Kural şuydu, ‘3 masterplandan oluşacak,1 dakika olacak.’ Ben 5 dakika çektim, ihtiyacım olmayan bütün hareketleri hızlandırıp 1 dakikaya sığdırdım…
Gözün gördüğü herşey sinemadır tabi ki, ama sinemayı anlatmak için bu yeterli değil. Ben sinema üzerine özellikle de tanımlarla konuşmayı tercih etmiyorum ama bir durumu ne kadar güçlü bir görsellikle anlatırsanız anlatın, gerisinde söylenecekler olabilir. Örneğin gözün gördüğü sadece imgelerle alakalıysa biz bunun içine duyguları nasıl katıyoruz? Birinin biriyle iletişim kuramamış olmasını, bu nedenle intihar etmek istiyor olmasını nasıl anlatacağız örneğin? Adam ailesiyle kavga etti, sinirlendi, atladı aşağıya. Fakat bunun gerisinde ne vardı? Atlamadan önce ne düşündü? Buna değer miydi o kişiye göre? Peki ya evrene göre? Ki atladı ve ölmedi diyelim. Bu atlamak istemiş olduğu andaki sinir anını değiştirir mi? Sadece imgelere dayanarak özü anlamak ne kadar mümkün?
Nasıl anlatırsın mesela böyle bir şeyi, diyelim binadan atladığını görüyorsun ama bunun geri planı da var…
O zaman Neonatal gibi bir şey yaparım işte. Bahsettiğin objeler, ölçekler, estetik sunumu, yüz ifadeleri, renkler, hep bir güçlendirme sürecine hizmet ediyor. Aslolan anlatacaklarınızdır. Neyi anlattığınız ve bunu nasıl anlattığınız da kendi yolculuğunuz hakkında ipuçları verir. Nokta atışı yapmak için topyekün bakmak gerekiyor, bunun için de kompozisyon. Bir şeyi anlatmak için örneğin ben çizmekten hiç çekinmem. İyi olsun ya da olmasın. İyi olmayı beklememeli insan, ifade edebilmeyi öğrenmeli. Bu başka bir konu gerçi ama söyleyeyim: Bize derler ki önce bir hamallık döneminiz olacak, iyice sindireceksiniz, kablo da taşıyacaksınız dekor da vesaire. Tamam, mutlaka yapacağız bunları ama “Şunları bir geride bırakayım, iyi olayım da sonra üretmeye başlarım” fikri üretimi kısırlaştırıyor. Bundan ötürü tekniği olabildiğince erken öğrenmeye çalıştım, ya da keşfetmeye diyeyim.
Sinemaya ilişkin akademik dünyaya adım atana kadarki bakışın üniversitede nasıl zenginleşti? Sana en çok katkı sağladığını düşündüğün edinimler neler?
Teorik olarak öğretici ve çok iyi diyalog içinde olduğum hocalarım vardı. Üniversitenin insanın potansiyelini ortaya çıkarmak yolunda tabiatı gereği bazı sınırları olduğu da bir gerçek. Belli bir müfredatı olmak zorunda, bu yapı içinden tek tip insan çıkma riskini ister istemez barındırıyor. Bu biraz size kalmış, ister derslere girer, evde ezberler kafanızı doldurur sınav zamanı boşaltır, sınıfı geçer ve kalabalığa karışırsınız, ister gerektiği için derslerinizi verir bir yandan da kendi yolunuzu ararken hocalarla bunun üzerinden bir paylaşıma geçersiniz. Bu durumda hiçbir hoca (en azından bizim okulda öyleydi) “Bırak sen bunları da şu kitaptakileri ezberle” demez. Beni anladıktan sonra “İşlerini göster, ona göre sana film / makale önereceğim” diyen, yönümü şekillendirmeme yardım etmiş çok değerli hocalar ve üniversiteden bağımsız Sensei ’ler oldu.
Sadece sinema mı yapıyorsun? Ya da örneğin reklam, müzik videosu gibi işlerin oluyor mu?
Sinema dışında geçen seneye kadar en çok freelance post-prodüksiyon işleri yapıyordum. Okan Bayülgen ‘in ekibinde yer aldım, bana televizyon alanında çok şey katan bir deneyimdir. Başı çeken prodüksiyon şirketlerinde çalıştım. Kamera arkası filmleri bile yaptım kendi tadımda. Reklam olarak bir kanalın dönemlik bir kampanyasını çektim. Freelance işlerim oluyor onun dışında.
Hikayenin büyüsüne inanan bir sinema seyircisi olarak hikaye ile ilişkine dair birkaç soru sormak istiyorum: Kendini bir hikaye anlatıcısı olarak mı tanımlamak sana yakın geliyor mu? Ya da zaten hikayelerle dolu bir evrenin meraklı bir gözlemcisi? Ya da söyleyecek sözü olan biri?
Keşfetmeye hevesli biri. Kendimi sadece bir hikaye anlatıcısı olarak tanımlamam zor, fakat sadece gözlemleyip yansıttığımı da söylemek zor. Bir yolculuktan bahsetmek mümkün, herkesin kendisine yapması gerektiğini düşündüğüm bir yolculuk. Anlatacak ve keşfedilecek çok şey var, nereden tutturup ilerleyeceği kişinin kendisine kalmış. Gördüğüm, düşündüğüm ve biriktirdiklerimi yansıtma yolunda kamerayı, insan formunu ve psikolojisini, öyküleri, obje ve resimleri, imgeleri ele alarak üretmek bana doğru yerde olduğumu hissettiriyor.
Evet, nasıl oluyor bu yaratı süreci? Fikir çekirdek halinde ve sen çevresini mi tamamlıyorsun, yoksa…
Ya oturup üstünde çalışıyorum Neonatal ‘de yaptığım gibi, ya da Alala gibi emprovize gelişiyor. Alala ‘da net olarak imgeler üzerine çalışmaya başladım. Kafadan akan kanın kan olmaması, başka bir şey olması, söz olması mesela, ya da patlama noktasına gelmiş düşünceler gibi basit işaretler. Bazen bir cümle oluyor akıp gidiyor. Çatlakları ve denklemlerdeki boşlukları da imgelerle sıvıyorum.
Burada fikrini merak ettim, diyelim kişi anlıyor, çok farklı bir süzgeci var ve söylese çok şey söyleyebilir. Fakat tembellikten ya da korkudan, bir şekilde duruyor ve hiçbir şey yapmıyor. Ne olmuş olur?
Dünyayı kendisinden mahrum bırakmış olur.
Türk sinemasında biliyorsun 80’lerde bir sarsılma ardından ticari işlerin yanı sıra sistem eleştirisi yapan filmlerin de olduğu yönünü bulma dönemi, 90’larda ciddi bir seyrelme, 2000’lerde canlanış ve minimalizmin yükselişi şeklinde bir seyir sürdü. Bununla ilgili birkaç sorum var.
– Bugünün sinemasını ayrı kılan şeyler nedir sence?
Teknolojinin yanında teknik bilgi de çok gelişti. Kalifiye insan sayısı artıyor. Aynı zamanda misyon üstlenmişlik de eskisi kadar baskın değil gibi artık. Çok küçücük bir hikaye bile yönetmenin kişiselinde bir şey ifade ediyorsa bu ulusararası festivallere ulaşan bir hikaye olabiliyor. “Sadece piyasa için / sadece toplum için” baskınlığı geriliyor, farkındalığa, kendiyle bağlantılılığa uzanan filmler artıyor. Bence bu, globallikten evrenselliğe uzanacak güzel bir yol. Bu konuda neler olabileceğini zaman gösterecek diye düşünüyorum.
– 80 sonrasının sistem eleştirileri daha çok siyasal baskılanma üzerine. Bir yönetmen olarak bugüne bakışında ne üzerinde dururdun? Eleştirilecek ne var, ne abartılıyor?
Aynılaşmak. Tek tip ya da tek tip olmasa bile tek boyutlu insan yaratımı hangi siyasi yol tutulmuş olursa olsun toplum için bir tehlike. Fakat bunu kimlikler, ya da doğrudan bir sistem eleştirisi yerine zaten işlerimle buna karşı durarak yaparım. Kendine ait bir dil yaratmak, bunu geliştirmek, yapıtlarınla özgünlüğü desteklemek sadece bir sistem eleştirisi değil, eyleme dayanan bir duruş da.
Uykusuz isimli filminde birebir empati kurabiliyorum: rüya-uyanıklık arasında sürekli Ahmeeeet diye bağıran çocuğu da elimde tüfekle, silah değil, tüfekle vurmayı hayal etmiştim (Gülüyoruz) Bu da benzer bir şeyden mi çıktı sende de?
Yok, yine okulda yaptığım bir iş o, oyuncu da sınıf arkadaşım. Filmlerime kronolojik olarak baktığımda bakış açımdaki evrilişi de görebiliyorum. Portre ve Uykusuz, insanın toplumla olan ilişkisindeki detayları mizahi bir bakışla anlatıyordu, tahammül tahammül ve patlama noktası şeklinde. Belli ki sen de o gün o noktaya gelmişsin!
Adem ve Beduh biraz sevgi üzerine kafa yorduğum dönemden. “Belki de sevgi saf bir şeydir, bir başkasının işin içine girmesi kaçınılmaz olarak çatışma getirir.” gibi bir düşünce vardı. anın sevgisini yönlendirmek için illa bir somut kişiye ihtiyaç duymaması üzerine.
Sonra tamam, biraz da eğlenelim diyorum, deneysel bir şeyler yapayım diyorum ve ID ‘i çekiyorum.
ID 2011 için şunu soracaktım, birlikte büyüdüğün filmlerde seni eğlendiren sahneleri bir yad etmek istemiş gibisin, Die Hard’lar Terminator ‘ler, ardından gelen Tarantino ve Rodriguez filmleri…
Hem öyle, hem de nasıl yapılıyor öğrenmek istediğim bir dönemin sonucu. Teknik bilmeden iyi hikaye çorak kalabiliyor, ya da şöyle söyleyeyim çok daha iyi hale gelebilecekken dar çaplı kalıyor. Oturdum haftalarca efekt çalıştım, aynı zamanda görmek de istedim. Bir adam karşısında duran kendisinin boynunu çevirerek kırarsa nasıl görünür? El yapımı duvarlar patlaması nasıl görünür gibi. Çok eğlendim de tabi, bahsettiğin gibi kocaman silahlar, yere düşen boş mermi kovanları…
Alala senaryosu başkasına ait olan ilk filmin mi? En geniş kitleye ulaşmış filmin olarak biraz bundan bahsedelim mi?
Evet, senaryo Başak ‘a (Daşman) ait. Şöyle bir hikaye kurguladık: Bir kadın hayatla kafasında bir düelloya girsin ve sosyal olarak mağlup ayrılsın. Bu arada bir kızkardeş olsun, yani bir tarafta dünya dönmeye devam ediyor ama o duruyor, dünyanın onun için durmaması da sorun zaten. Makyaj ve resimler üzerinde uzun süre çalıştık. Gözleri normalde yeşil mesela, dünya mavisi yaptım, post ‘u da oldukça uzun sürdü, kare kare çalıştım. Bittikten sonra hemen Altın Portakal ‘a yolladık, o da dahil olmak üzere yolladığımız festivallerin hemen hepsinde gösterildi.
Çok farklı dönüşler alıyorum, farklı bakış açıları… Örneğin senarist bir arkadaşım izledi Alala’yı, hani kardeşinin onu oturma odasında bulduğundaki hali, üzerinde boya lekeleri, kafasında kan. Orada paralize yatan karakter için “…sanat eseri gibi.” dedi. Yapıt benden çıktıktan sonra onun estetik açıdan insanların subjektifliğinde özgünleşmesini seviyorum.
Şu an kısa filmler çeken bir yönetmen olarak Türkiye ‘de Kısa Film çekmenin seyri, yani yaratım aşamasından festivaller ve sonrası, bu süreç hakkındaki düşünceni merak ediyorum. Neleri olumlu buluyorsun ve daha neler de olabilir?
Festivallere sadece yarışmak gözüyle bakıldığında bana bir sıkıntı geliyor. Festival yönetmenin üretme serüvenine yapılan büyük bir katkı aslında. Almanya ‘da gittiğim bir sergi vardı örneğin, şöyle bir hikayem var: Harry Heyink isimli bir küratörümüz vardı. Karma bir sergiydi, heykeltıraşlar, ressamlar, enstalasyoncular, videocular, fotoğrafçılar vs. Ben de sergide bir filmimi sunacaktım. Filmimi bitirmeye yakın Harry bana bir kanepe getirdi, ‘al bu senin filmin için’ diye. Ben de kanepeyi filmimde kullanamayacağımı söyledim. Karakterin evi için hamak gibi bir şey yapmıştım. Filmi tamamlar tamamlamaz, kanepe fikri üzerinden 4 metre yüksekliğinde bir heykel yaptım, etrafta bulduğum tahta parçalarından, zincirler ve vidalar kullanarak. Bu aynı zamanda bir karşılıklı jest gibi, siz bu materyali buraya kadar getirip bana verdiniz, ben de sizin için bir şey oluşturmak istiyorum şeklinde. Duvara zincirle bağlanmış bir insan figürü, yaşamı boyunca kurtulmayı arayan, kurtulunca kanepeye oturup rahat edecek, yani ölecek. Böyle bir kompozisyondu.
Bunlar varken festivallere bir yarış mecrası olarak düşünmek haksızlık. Ama festivale gelene kadar kendimle sürekli bir yarışım var. Aklıma bir fikir geldiğinde onu hayata geçirmek noktasında telaşlanıyorum. Üretmeliyim, doğmalı bu gibi. Festivaller filmleri seçki halinde meraklılarına ulaştırmakla yükümlü. Bizdeki sistem dünyaya göre daha farklı, dünyanın bir çok ülkesinde çok farklı konseptlerde organizasyonlar var. Bizde ise genelde ideolojik örgütlenme ya da varlığını ortaya koymaya hevesli festivaller organize ediliyor.
Türkiyedeki kısa filmciliğin geçmişi ve bugünü hakkında neler düşünüyorsun?
DSLR ‘lardan önce HVX200’ler, XL2’ler, JVC’ler kullanıyordum. İlk bu işle ilgili sosyalleştiğim dönemde, 18-19 yaşlarındayken. O zamanlar yapılan şeyleri bir yandan çok daha naif buluyorum. Yeni yeni çözümler sunulmaya başlanmış Türkiye’deki sinema nereye gidiyor sorusuna karşılık. Araştırmaya, denemeye, söylemeye korkmayan insanların film çekmesi gerektiğini düşünüyorum. Koca koca laflar etmeyen filmler, yeni duyguları tanımamızı sağlayacak filmler.
Ülkede kısa filmle ilgilenen bir çok insanla bir araya geldim. Baktıkları yeri birbirine çok benzetiyorum, önlem öncelikli tavır halen var. Bu da zamanla kırılacak.
Fil’m Hafızası’nın düzenlediği film@9 etkinliklerinden haberdar mısın? Bu tür etkinlikleri kısa filmler açısından nasıl değerlendiriyorsun?
Haberdarım. Film seçkileri bence festivallerle eşdeğerde. Özellikle de bağımsız filmlere yer veren bir oluşumun seçkisi son derece kaydadeğer bence.
Son olarak, Fil’m Hafızası hakkında düşüncelerini öğrenebilir miyiz?
Takip ettiğim bir oluşum Fil’m Hafızası, çok önemli buluyorum. Hem özenli hem de canlı bir birikim. Bir takipçisi olarak kişisel düşüncem, ana sayfada film arşivinin daha çok göze çarpması daha geniş bir kitleyi çağırmasını sağlayabilir.