O yıllar mı daha masumdu, yoksa gerçekten biz mi kirlendik? Futbolda en üst ligimizin adına ‘süper’ dememiştik. Havuz sistemi basketbolda hiç yoktu, futbolda da bu kadar katı ve pahalı değildi. Yimpaş Yozgat ve Kombassan Konya gibi mütevazı takımların maçları pekala açık kanaldan, hatta Kanal7’den veriliyordu. Kendisini din üzerinden tanımlayan insanlar da; dünyevi zevklerden, yalanlardan veya hırslardan olabildiğince uzak durmaya çalışıyordu. On beş sene önceydi.
Bugünlerde Yozgat denildiğinde, şehirle kişisel bağı olmayan bir çoğumuzun aklına Zaytung haberleri, dini referanslar ve kırmızı-siyah formalı futbol takımı geliyor. Mahmut Fazıl Coşkun’un son ve yeni filmi Yozgat Blues da gerek ismi, gerek içeriğiyle listeye adaylığını iddialı bir şekilde koyuyor. ‘Denizi olsa Zeytinburnu’ tanımıyla filmde geçen, yönetmenin kendi deyimiyle de ‘büyük şehirlerin varoşlarına dönmüş’ bu şehirde yine bir taşra merkezli var oluş hikayesi izliyoruz. Türk Edebiyatı/Sineması’nın son dönemine damga vuran, hatta işlenmekle bitmeyen bir maden olan ‘taşradaki gözden uzak yaşamlar’ damarı içerisinde güçlü ve samimi mizahıyla fark yaratan bir film Yozgat Blues. İskandinav, hatta Kuzey Avrupa sinemasını anımsatan sinema diliyle de izleyiciyi zorlamayan/yormayan bir seyir yakalıyor. Ne taşrayı güzelliyor, ne de ‘renksiz ve donuk’ bulduklarını gözümüzün içine sokuyor ve filmi gereğinden fazla sıkıcılaştırıyor. Bu tavrın altyapısında; Yozgat’ı Yozgat yapan, filmin çerçevesine aldığı değerleri-öğeleri ‘olduğu gibi’ aktarma çabası yatıyor. Sözgelimi filmin başlarında dini bir izleğin takip edileceği hissi uyanabilir ama sonra bunun sadece şehre ait bir motif olarak, tanımlama bazlı kullanıldığını görüyoruz.
Karakterlerin ruh hallerinde ve hayallerindeyse hep bulunulan ortamın ge(rek)tirdiği sıkışmışlık fark ediliyor. Kadın kuaförü olarak yetiştirilen bir berber kalfası, ‘sanat’ olarak nitelediği işine erken yaşta başladığını söylerken; sanat söylemi üzerinden ‘hayırlı kısmetlerini’ tavlamaya çalışıyor. Oysa yerli sinema genel anlamda, tam da bu noktada tuhaf ve şekilsiz bir burun büyüklüğüne sahipti. Berberin ‘sanat’ tabirini ve yöntemini alaycılıkla izlediğine, esprisini yaptığına, küçümsediğine veya ‘elleri nasırlı emekçi ustam’ gibilerinden yücelttiğine şahit olduk yıllar yılı. Yozgat Blues ise taşra gerçekliğinin yeniden ele alındığı bu damarın son temsilcisi olarak; iknaya çalıştığı başı örtülü kadınların bu sanatın geleceğini hafif ve güvenilmez bulmasına rağmen berberin hevesini korumasından ve işine inancından ötürü büyük bir saygı besliyor. Filmin başarılarından biri olarak, tüm karakterleri için de bu anlayışlılığını sürdürüyor. Aslında bize hep ‘küçük şehrin, küçük yaşamları (garibanlar)’ anlatımıyla sunulan bu insanların da, büyük dünyaları ve hayalleri olduğundan bahsediyor. ‘Küçük-büyük algısı’nın da göreli ve yanıltıcı niteliğini hatırlatıyor böylece. Markette yiyecek tattıran Neşe’nin, teklif üzerine Yozgat’a şanson söylemeye gidecek Yavuz’la yolları bu sayede kesişiyor işte. Yeri gelmişken, ‘Yozgat’a şanson söylemeye gitmek’ bile çeşitli önyargılar nedeniyle insanda ofsaytta kalma hissi uyandırırken, normalde futbolcuların böyle anlarda topa hareketlenmediğini görürüz. Ancak filmin karakterleri bunu fazla önemsemeden, hakemin de düdüğünü çalmamasını umarak bu topun/tutkunun peşinden ‘yüreğini sahaya koyarak’ koşuyorlar.
İstanbul’da başaramayıp, Yozgat’a tutunmaya giden bu ikilinin yolu, evlenmek ve kadın kuaförü açarak ‘sanat’ını icra etmek isteyen bir berber kalfasıyla kesişecek evvela. Geceleri barlarda çaldıkları müzik tarzıyla ilgilenmeyen kalabalığa ısrarla şanson söyleyecekler. Başta şehirde merak uyandırıp popüler olacaklar, sonrasında beklenen düşüşü yaşayacaklar. Bu aşamada, filmin en özgün ve gerçek hayattan aynıyla çekip çıkarılmış karakterlerinden biri olan yerel radyo DJ’i ile tanışacaklar. DJ, berber kalfası ve Yavuz’un; Neşe’yle birebir ilişkilerindeki heveslere, beklentilere ve sonuçlara tanıklık edeceğiz ardından. ‘Blues’ hem bu karakterler arası duyguların devreye girdiği bölümlerde, hem de Yavuz’un ‘yanlış zaman, yanlış mekandaki doğru insan(?)’ temalı hikayesinde kendini hissettirecek ama ne denli yeterli?
İsterseniz ‘dünyanın en kaliteli işini’ yaptığınıza inanın; sunduğunuz kesime bunu inandıramazsanız yahut sevdiremezseniz, maalesef hiçleri oynuyorsunuz demektir. Buraya ‘iş’ yerine hemen her şey konulabilir; sanat, siyaset, devrim, aşk… Bu yüzden seslendiği kitlenin taleplerinden kopuk sanatçının psikolojisinden ve trajedisinden bahsetmek adına önemlidir bu film. Ancak (özellikle ikinci yarıda) Yavuz’un yaşadıklarıyla paralel gitmesi beklenen ruhsal çözülmesine tempo düşüklüğüyle beraber yeterince eğilmemesiyle de kusurludur kanımca. Besbelli ki; Yavuz’un şanson söylediği için yaşamak zorunda kaldığı olaylara canı acaip sıkılıyor, bir çok cefayı göze alıyor ve adeta ‘feda sezonu’ yaşıyor. Hani bu adamın kaderindeki keder?
Bir de Yavuz’un perukla münasebeti var, filmin de ne tarafa çeksen, oraya gidecek detayı. Yavuz’un peruğuyla ilgili anılarına gülüyoruz veya talihsizliklerini sempatik buluyoruz. Ancak kelini saklamaya çalışarak kendini farklı görmek/göstermek istemesinin hikayeyle paralel gelişen sembolizmi kanımca biraz ucuz ve basit. Tabi Yavuz karakterindeki Erdal Kesal; çuval giyse, süpürgeden saç taksa yakışır. Bu filmde de gönlümüzün Oscar’ı ona ve sesiyle, bakışıyla, oyunuyla Neşe karakterindeki Ayça Damgacı’ya gidiyor. Tansu Biçer ve Nadir Sarıbacak’ın tadında performanslarını da anmadan geçmek olmaz.
Yozgat Blues; günümüzde geçse de iyi niyetli esnaf temsillerinden dindarlarının ‘dinci’ resmedilmemesine ve saf, temiz kalmış şehir tasviriyle on beş sene öncenin masumiyetini taşıyor üzerinde. Arzulara, isteklere tutunma çabasının naif ve acı şekillerde ifade edilmesi de oldukça değerli. Bu açıdan İlk filmi Uzak İhtimal’den bu yana hayli yol kat etmiş Mahmut Fazıl Coşkun. İlkinin aksine bu ikinci filminde, kendisi istediği için karakterlerin bir araya gelip olayların örüldüğünü çok az hissediyoruz. Nefes alan, yaşayan, doğal karakterler ve gerektiği gibi gelişen olayları görüyoruz. Beyaz Sinema ve ‘eski mahalle’ çizgisinin ‘Yozgat’a, Amerika’dan aldığı eğitiminse filminin ismine ve hüznüne ‘Blues’ katmaya götürdüğü Coşkun’un bu sentezleri ve iki kesime de tek pencereden hakim olabilen gözlemleri başarıyla sürecek gibi duruyor. Tüm bu analizler, fikirler, kişisel bir yargı klişesini eklememe de mani olmasın; Yozgat Blues, 2013’ün en iyi yerli yapımı.
Dipnot: Hasta La Vista 2011 yapımı enfes bir Belçika filmidir ve Murat Menteş de, Ot dergisinde o filme özel bir yazı yazarak filmi şahane bulmuştur. Coşkun ve Menteş, söylediklerine göre sıkı arkadaşlardır. İki filmde de Joe Dassin’in L’ete İndien şarkısı kullanılır ve erkekler içerisindeki kadın karakteri benzerdir. Mahmut Fazıl Coşkun’a açık ve içten bir soru; esinlenme, etkilenme, en azından izlemesi yahut Murat Menteş’le aralarında bu filme dair tavsiyeleşme var mıdır? Saygılar, Hasta La Vista.