İçinden geçtiğimiz şu günlerde yaşadıklarımızın anlamını çözmek ancak yurttaşlık bilincinin artırılması, demokrasinin içselleştirilmesi ve insanlık onurunun ne anlama geldiğinin anlaşılması ile mümkündür. Dayanışma ve dirençli olmak her zamankinden çok daha önemli hâle gelmiştir. Sinema insanların hiç ya da henüz yaşamadıkları deneyimleri onlara duyumsatarak, başına gelen ya da gelme ihtimali olan şeylere karşı donanımlı ve tedbirli olmasını sağlar.
Bu film seçkisi başımıza gelenleri anlayabilmemiz, yurttaşlık bilincimizi ve insanlık onurumuzu koruyabilmemiz için sinemanın yardıma çağırıldığı bir listedir. Tüm dünya halklarının altı boş umuda değil gerçekçi, ayakları yere basan direnme gücüne ihtiyacı var. Ancak olaylara akıl ve gerçekçilikle bakarak sağlıklı sonuçlar elde edilebilir. Daha güçlü demokrasi, daha eşitlikçi insan hakları, daha güçlü adalet sistemleri umarken daha da sağa kayan, faşizmin yükseldiği, tüm dünya halklarının el birliğiyle elde ettiği bütün kazanımların riske girdiği günlere gelindi. Sadece ülkemiz değil tüm dünya adeta bir akıl ve vicdan tutulması yaşarken elimizden kayıp gidenlerin kıymetini, anlamını yeniden hatırlamaya ihtiyacımız var.
Z (Yön. Costa Gavras, 1969)
Z (1969), 1963 yılında Yunanistan’da sol görüşlü Yunan Milletvekili Grigoris Lambrakis’in öldürülmesinden esinlenerek çekilmiş bir politik gerilim filmidir. Film, adı konmamış bir Avrupa ülkesinde geçer. Sol görüşlü, barış yanlısı ve sistem karşıtı duruşuyla tanınan bir milletvekili halka açık bir konuşma yapmaya hazırlanır. Ancak ordu ve polisle iç içe olan aşırı sağcı güçler, bu konuşmayı engellemek ister. Neticede Vekil “trafik kazası” gibi gösterilen bir saldırı sonucu öldürülür. Genç ve idealist bir soruşturma hâkimi gerçeği ortaya çıkarmaya kararlıdır. Soruşturma derinleştikçe, olayın ardında devlet destekli bir komplo olduğu, ordu ve polis teşkilatının bu işin içinde olduğu ortaya çıkar. Üstelik hâkim ne kadar gerçeğe yaklaşırsa, sistemin gerçek yüzü de o kadar açığa çıkar. Film, gerçeği arayanların nasıl bastırıldığına ve otoriter sistemlerin kendi çıkarları için adaleti nasıl manipüle ettiğine dair çarpıcı bir tablo çizer.
Z (1969), totaliterleşmeye eğilimli devlet yapılarının nasıl işlediğini, muhalefeti bastırmak için hangi yöntemleri kullanabileceğini anlatır. Adalet arayışındaki bireyin yalnızlığı ve sistemin gücü karşısındaki kırılganlığı çarpıcı biçimde sunulur. Filmin girişinde yer alan “gerçek olaylarla, sağ ya da ölü olsun gerçek kişilerle olan benzerlikler tesadüfî değildir. Her şey kasıtlıdır.” ifadesi ne kadar cesur bir işle karşı karşıya olunduğunun altını çizer. Filmin sonunda filme emek verenlerin isimleri akarken, fonda askeri yönetimce yasaklanan her ne varsa listelenir: barış hareketleri, grevler, sendikalar, erkeklerin saçını uzatması, The Beatles, Sofokles, Tolstoy, Aeschylus, İonesco, Jean-Paul Sartre, Çehov, Mark Twain, Samuel Beckett, sosyoloji, uluslararası ansiklopediler, özgür basın, modern matematik…
Wag the Dog (Yön. Barry Levinson, 1997)
ABD başkanı, seçimlere iki hafta kala bir cinsel skandala karışır. Halkın dikkatini bu skandaldan uzaklaştırmak için Beyaz Saray’ın baş stratejistlerinden Conrad Brean (Robert De Niro), Hollywood yapımcısı Stanley Motss (Dustin Hoffman) ile iş birliği yapar. Amaçları, medya aracılığıyla sahte bir savaş yaratıp insanların ilgisini başka bir yöne çekmektir. Brean ve Motss, Arnavutluk’ta bir savaş olduğu yalanını yayarak ulusal güvenlik tehdidi bahanesiyle halkı manipüle ederler. Medya, kurgu görüntüler ve üretilmiş haberlerle halkı yönlendirirken, başkanın popülaritesi yeniden yükselişe geçer.
Film, hükümetlerin ve medyanın, halkın algısını nasıl yönlendirebileceğini çarpıcı bir şekilde gösterir. İletişim araçlarıyla gerçeklik çarpıtılabilir, hatta tamamen uydurulabilir. Film medyanın ve siyasetin nasıl iç içe geçtiğini, halkın nasıl manipüle edilebileceğini hiciv ve kara mizah yoluyla gösteren keskin bir yapım. Politik olayların arka planını sorgulayan herkes için izlenesi bir iş. Siyasette gerçeğin değil, halkın neye inanmasının istendiğinin önemli olduğunu vurgularken, sıradan insanlara her zaman uyanık olmasını ve her söylenene inanmaması gerektiğini hatırlatıyor.
Machuca (Yön. Andrés Wood, 2004)
Machuca (2004), 1973 yılında Şili’nin başkenti Santiago’da, General Augusto Pinochet’nin Salvador Allende hükümetini devirmesinden hemen önceki dönemde geçer. Film, farklı sosyal sınıflardan gelen iki çocuğun dostluğu üzerinden, dönemin toplumsal ve politik gerilimlerini işler. Varlıklı bir ailenin çocuğu olan Gonzalo, özel bir Katolik okulu olan Saint Patrick’s’te eğitim görmektedir. Yoksul bir aileden gelen Pedro, okul müdürü Peder McEnroe’nun sosyal entegrasyon projesi kapsamında Saint Patrick’s’e kabul edilir. Başlangıçta sınıfsal farklılıklar nedeniyle zorluklar yaşasalar da Gonzalo ve Pedro arasında güçlü bir dostluk gelişir.
Şili’nin tarihindeki kritik bir dönemi, iki çocuğun dostluğu üzerinden etkileyici bir şekilde anlatan film, sınıfsal ayrımların, politik çalkantıların ve toplumsal adaletsizliklerin bireyler üzerindeki etkilerini derinlemesine işlerken, izleyiciyi kendi değerleri ve toplumları üzerine düşünmeye teşvik eder. Film bu çalkantılı dönemde hem rejim yanlılarının hem de muhaliflerin sokak gösterileri sahneleri ile de dikkat çekicidir. Machuca’da zıplayan eylemcileri görmek, sokakta bir tanıdığına rastlamak hissi yaratır.
The Edukators (Yön. Hans Weingartner, 2004)
Berlin’de yaşayan üç genç: Jan, Peter ve Jule, sisteme karşı çıkmak isteyen idealist karakterlerdir. Jan ve Peter, kendilerini “Edukatorler” olarak adlandırır ve zenginlerin evlerine gizlice girerek hiçbir şey çalmadan, sadece eşyaların yerlerini değiştirerek onları tedirgin eden bir tür pasif direniş yürütürler. Amaçları, zenginleri güvende hissettikleri alanlarında rahatsız etmektir.
Edukatorler’in eylemleri, kimseye zarar vermeden yapılan protestoların sistemde ne kadar yankı bulacağını sorgular. Bu, modern sivil itaatsizlik pratikleriyle doğrudan ilişkilidir. Film, açıkça ekonomik eşitsizliği ve sınıf farklılıklarını hedef alır. Zenginliğin doğası, adaletsiz borç sistemleri ve özel mülkiyetin sorgulanması temel çatışmaları oluşturur.
“Die fetten Jahre sind vorbei”, kelime anlamıyla “bolluk yılları sona erdi” demektir. Film boyunca, bu cümle, zenginlerin evlerine bırakılan notlarda da kullanılır. Bir tehditten çok bir uyarıdır: “Bu düzen böyle gitmez.” Aynı zamanda bir kuşak bildirisi gibidir, tüketim toplumunun eleştirisidir. Tüketim alışkanlıklarının sorgulandığı, gençlerin topluma öncülük ettiği günlerde yol gösterici olabilir.
Il Divo (Yön. Paolo Sorrentino, 2008)
Yakın dönem İtalyan siyasi tarihinin en tartışmalı karakterlerinden olan Giulio Andreotti’nin geniş zamana yayılan iktidar dönemlerini ve ilişkilerini ele alan bu filmde Sorrentino kendine has üslubu ve yer yer alaycı tavrıyla güçlü bir siyasi hicve imza atıyor. Başbakan’ın mafya ve oligarşiyle iç içe geçmiş şaibeli ilişkilerinin, güç merakının bir ülkeyi nasıl yozlaştırıldığını sakin bir dille seyircisine aktarıyor. Sorrentino Andreotti’yi öylesine antipatik resmediyor ki olaylara yeterince hâkim olmasanız bile Başbakan’ın karanlık bir insan olduğunu kolaylıkla seziyorsunuz. Andreotti’nin yüz ifadesizliği ve ketumluğu adeta iktidarın karanlık doğasını simgeliyor. Ana eksende Andreotti’nin iç dünyası, ahlaki ikilemleri ve “güç” ile kurduğu karanlık ilişkilerin yer aldığı bu politik filmde doğrudan bir suçlama getirilmese de karakterin etrafındaki ölümcül sessizlik her şeyi anlatıyor. Film, iktidarın nasıl manipüle edildiğini, politik meşruiyetin sınırlarının nasıl esnetildiğini gösterirken konuşmayanlar, gerçeği saklayanlar, “bildiği halde susanlar” merkezi bir tema olarak dikkat çekiyor.
Sorrentino, Andreotti’ye doğrudan suç yüklemiyor ama seyirciyi onun eylemlerinin ahlaki boyutunu sorgulamaya iterken soruyor; “Doğrudan emir vermemiş olmak”, bir lideri masum yapar mı?
Milk (Yön. Gus Van Sant, 2008)
Seçme ve seçilme hakkımızdan konuşurken Milk (2008)’ten bahsetmemek olmaz. Film, 1970’lerde ABD’de LGBTQ+ hakları mücadelesinin en önemli figürlerinden biri olan Harvey Milk’in yaşamını ve politik mücadelesini anlatıyor. Harvey Milk, New York’ta sıradan bir hayat sürerken, sevgilisi Scott Smith (James Franco) ile San Francisco’ya taşınır ve burada Castro semtinde bir kamera dükkânı açar. Zamanla, bu dükkân, LGBTIQ+ topluluğunun bir buluşma noktası hâline gelir. Milk, eşcinsel bireylerin işten çıkarılmasını yasallaştırmak isteyen ayrımcı politikalara karşı sesini yükseltmeye başlar. Film, Harvey Milk’in politikaya girerek LGBTIQ+ bireylerin temsil edilmesini sağlamasını merkeze alıyor. LGBTIQ+ topluluğunun politik süreçlerde nasıl dışlandığını ve temsil edilmenin ne kadar önemli olduğunu vurguluyor. Milk, hak kazanmanın sadece protestolarla değil, doğrudan sistemin içinde yer almakla mümkün olduğunu gösteriyor. “Eğer haklarımızı koruyacak kimse yoksa, biz o makamlara gelmeliyiz” mesajı veriliyor. Harvey Milk, konuşmaları ve medya kullanımıyla halkın desteğini kazanmayı başarıyor. Günümüzde sosyal medya kampanyalarının rolüne benzer bir şekilde, filmde de halk desteğinin politik kararları nasıl etkileyebileceği işleniyor. Harvey Milk’in “Umut verin” sözleri, günümüzde de aktivistler ve eşitlik mücadelesi veren herkes için ilham kaynağı olmaya devam ediyor.
The Shock Doctrine (Yön.Michael Winterbottom ve Mat Whitecross, 2009)
Kriz anlarında, insanlar psikolojik olarak sarsıldığında; özgürlüklerinden, haklarından ve kamusal değerlerinden kolayca vazgeçebilirler. Bu durum, “şok terapisi” adı altında özellikle neoliberal politikaların devreye sokulması için bir fırsat olarak kullanılır. Film, bu tezi desteklemek için farklı ülke örneklerini kronolojik olarak sunar: Şili (Pinochet Darbesi, 1973): Milton Friedman’ın “serbest piyasa” fikirlerinin Şili’de otoriter bir rejim altında nasıl uygulandığını gösterir. Arjantin ve Latin Amerika’nın Diğer Ülkeleri: IMF’nin ve Dünya Bankası’nın dayattığı ekonomik programlar, yoksulluğu ve eşitsizliği nasıl artırdı? Irak Savaşı (2003): ABD’nin işgal sonrası Irak ekonomisini tamamen özelleştirme girişimleri, “şok doktrini”nin modern bir örneği olarak gösterilir. Daha başka örneklerle de yoğun şekilde arşiv görüntülerine, propaganda filmlerine ve haber bültenlerine yer vererek tarihi bir hafıza yaratır. Tıpkı bir insanın fiziksel şok durumunda kolay yönlendirilebilmesi gibi, toplumlar da büyük travmalar sonrası kolayca manipüle edilebilir hâle gelir. Sağlık, eğitim, barınma gibi hizmetlerin özel sektöre devri ile toplumda sosyal adaletin çöküşü vurgulanır.
No (Yön. Pablo Larraín, 2012)
Şili, 1973’te gerçekleşen askeri darbeden bu yana Pinochet tarafından yönetilmektedir. Uluslararası baskılar sonucunda Pinochet, iktidarda kalıp kalmayacağını belirlemek için bir referandum düzenlemeye karar verir. Seçmenlere basit bir soru sorulur: Pinochet’nin sekiz yıl daha yönetimde kalmasını istiyor musunuz? “Evet” çıkarsa: Diktatörlük devam edecek, Hayır” çıkarsa: Demokratik seçimler yapılacak. Muhalif gruplar, “No” (Hayır) kampanyasını yürütmek için genç bir reklamcı olan René Saavedra ile çalışmaya başlar. Ancak Saavedra, geleneksel siyasi eleştiriler yerine, kampanyayı neşeli ve umut dolu bir mesajla şekillendirir: “La alegría ya viene” (Mutluluk geliyor) sloganı, renkli görüntüler, gülümseyen insanlar ve pozitif bir gelecek hayali ile sunulur. Bu kampanya, Pinochet’nin baskıcı rejimiyle doğrudan yüzleşmek yerine, halkı korkuya değil, umuda yönlendirmeyi amaçlar. Başlangıçta muhalefet, kampanyanın fazla yüzeysel olduğunu düşünse de Saavedra’nın yöntemi işe yarar. Sonunda, No kampanyası kazanır ve Pinochet’nin iktidardan çekilmesiyle Şili demokrasiye geri döner.
Selma (Yön. Ava DuVernay, 2014)
Film, ABD’de 1965 yılında Martin Luther King Jr.’ın öncülüğünde düzenlenen Selma-Montgomery yürüyüşlerini anlatır. Bu yürüyüşler, siyah Amerikalıların oy hakkını güvence altına almak için yapılmış büyük bir sivil haklar mücadelesidir. O dönemde Güney eyaletlerinde siyah vatandaşların oy kullanması yasal olarak mümkün olsa da yerel yöneticiler ve beyaz üstünlükçü gruplar, fiili olarak bunu engellemek için türlü yollar kullanmaktadır. (Zorla okuma yazma testleri, şiddet, tehdit vb.). Selma kasabasında yaşanan baskılar ve protestolar sonucunda, King ve destekçileri bir yürüyüş düzenleme kararı alır. Film oy hakkının teorik olarak var olup fiili olarak nasıl engellendiğini gözler önüne serer. Bu, demokratik hakların sadece yasal değil, uygulanabilir olması gerektiğine vurgu yapar.
Protestocuların barışçıl kalmasına rağmen, devletin orantısız şiddet kullanması tarih boyunca baskıcı sistemlerin halk hareketlerine karşı izlediği bir stratejidir. Sadece tarihi bir olayın yeniden anlatımı değil, aynı zamanda demokrasinin herkes için erişilebilir olması gerektiğine dair güçlü bir mesaj veren film, otoritenin baskılarına rağmen, barışçıl direnişin nasıl değişim yaratabileceğini etkileyici bir şekilde gösterir. Barışçıl direnişin gücünü hepimize hatırlatır.
Pride (Yön. Matthew Warchus, 2014)
1984 yılında İngiltere’de geçen ve gerçek olaylara dayanan, ilham verici bir dayanışma hikâyesidir. Film, dönemin muhafazakâr başbakanı Margaret Thatcher’ın uyguladığı neoliberal politikalar nedeniyle madencilerin greve gitmesi ve bu grevin LGBTİQ+ aktivistleri tarafından desteklenmesini konu alır. Mark Ashton ve arkadaşları, Londra’da yaşayan genç LGBTİQ+ bireylerdir. Televizyonda madenci grevlerini izlediklerinde, bu insanların polis tarafından bastırılmasına ve medyada itibarsızlaştırılmasına çok benzer bir ayrımcılıkla karşılaştıklarını fark ederler. İlk başta, madenci sendikaları bu desteğe şüpheyle yaklaşır. Ancak sonunda küçük bir Galler kasabası olan Dulais Valley’deki madenciler bu dayanışmayı kabul eder ve iki toplum arasında beklenmedik ama güçlü bir bağ kurulur. Film, bu iki farklı grubun bir yanda geleneksel, muhafazakâr bir işçi sınıfı; diğer yanda o dönemde büyük ölçüde dışlanmış bir topluluk olan LGBTİQ+ bireyler birbirini anlamasını ve birlikte mücadele etmeyi öğrenmesini işler. Film yalnızca bir dayanışma hikâyesi değil; aynı zamanda empati kurmanın, önyargıların yıkılmasının ve ortak düşmana karşı birleşmenin ne kadar dönüştürücü olabileceğini anlatan, umut dolu bir politik filmdir. O zaman yüksek sesle söyleyelim; “Birleşe birleşe kazanacağız.”
The Monopoly of Violence (Yön. David Dufresne, 2020)
Ülkemizde “Şiddet Tekeli” ismiyle gösterilen bu belgesel, özellikle Fransa’daki “Sarı Yelekliler” hareketi sırasında yaşanan polis şiddetini merkezine alır ve devletin güvenlik güçleriyle yurttaşlar arasındaki ilişkiyi derinlemesine sorgular. Çeşitli arşiv görüntüleri (özellikle sosyal medyada yayılan amatör videolar) ile polis müdahalelerinin şiddetini gözler önüne serer. Bu görüntüler etrafında sosyologlar, aktivistler, polis memurları ve filozoflarla yapılan tartışmalar ve analizler yer alır. Bu yönüyle film, salt bir “anlatıcı” tarafından yönlendirilen bir belgesel olmaktan çok, bir düşünme alanı yaratmayı amaçlar. Seyirci, görüntülere bakarken eşzamanlı olarak bunların etik, hukuki ve politik yönleri üzerine düşünmeye davet edilir. Devletin vatandaşlarına şiddet uygulamaya hakkı olabilir mi?”