Geçen senenin en çok konuşulan filmlerinden olan, Filmekimi’nde ilk defa ülkemizin seyircileri ile buluşan ve niyahet vizyon yüzü de gören İsveç yapımı Force Majeure (2014), çok çarpıcı bir sahneyle açılıyor. Alpler’e kayak tatili yapmaya gitmiş bir oğlan, bir kız çocuğu ve onların ebeveynlerinden oluşan bir çekirdek aile, arkalarında enfes kar manzarası ve ayaklarında kayaklarıyla bir fotoğraf makinesine mutluluk pozları veriyorlar. Her şey fazlasıyla güzel ve ideal gözüküyor. Ama filmde dakikalar ilerledikçe, bu ideal aile pozu gitgide çatırdamaya başlıyor.
Filmin çok tartışılan o ünlü sahnesi hemen sonrasında geliyor. Yorulan aile bireyleri, kaldıkları otelin terasında, harika bir dağ manzarası eşliğinde öğle yemeklerini yemektedir. Kontrollü bir şekilde oluşturulan çığ, kontrolden çıkarak otele doğru gelmeye başlar. Bu doğa olayını fotoğraflayan insanlar, durumu fark edince kaçışır. Ailenin babası Tomas, cep telefonunu masadan alır almaz ortadan kaybolur. Anne Ebba ise durumdan korkan çocuklarının yanına giderek onları korumaya çalışır ama eşine seslense de cevap alamaz. Neyse ki çığ, otelin terasına sadece sisini bırakır ve o da bir süre sonra kaybolmaya başlar. Etraftaki görüş netleşince Ebba, Tomas’ın onları yalnız bıraktığını anlar. Bir süre sonra Tomas, hiçbir şey olmamış gibi masaya geri döner.
Force Majeure, öncelikle modern toplumda yaşayan bireylerin aile içindeki rollerini sorguluyor. Tomas, işi gereği sürekli seyahat eden, cep telefonuyla çoğu işini hâlleden, bu yüzden ailesine çok az zaman ayırabilen bir aile babası. Ebba’nın bu tatili istemesinin ana sebebi de Tomas’ın gün boyu çocuklarla vakit geçirebilmesi, zamanını tamamen onlara adaması. Ama çığ olayından sonra keyif için çıkılan tatil işkenceye dönüşür. Çünkü Ebba ve çocuklar, Tomas’ın hareketini sorgulamaya başlarlar.
Aile içinde babaya düşen rol aşikârdır: Eve para getiren, tüm aileyi rahat ettiren ve bir sorun olduğunda aileyi koruyan üyedir. Tomas bunların ilk ikisini başarıyla yerine getirse de üçüncüde çuvallıyor. Toplum tarafından ona atfedilen görevinde başarısız olan Tomas, önceleri kaçışını inkâr ederek durumu örtbas etmeye çabalıyor. Sonrasında bu şekilde durumun üstesinden gelemeyeceğini anlayınca bahaneler üreterek kaybettiği erkeklik pozisyonunu geri kazanmaya çalışıyor.
Ebba, durumun vahametini Tomas’ın yüzüne çarparken arkadaşları Mats ve Fanni çiftine olayı anlatmakta hiçbir sakınca görmüyor. Yalnız kaldıklarında olayı tartışan bu çiftte, Mats -bir erkek olarak- olayın abartıldığını ve küçük bir şey olduğunu iddia etse de Fanni tüm gece Mats’ın başının etini yiyor. Çünkü doğal olarak Mats ilişkideki rolünün sarsılmasına engel olmaya çalışırken, Fanni fırsattan istifade edip kontrolü eline almak istiyor. Diğer taraftan çocuklar olaydan etkilense ve direkt bir tepki vermeseler de hırçınlaşıp sinirlerini ebeveynlerinden çıkarıyorlar.
Yönetmen Ruben Östlund, gerilim fışkıran tüm bu olayı mizahi bir üslupla vererek çok doğru bir hamle yapıyor. Çünkü Tomas’ın mesnetsiz inkârlarına, çocukların hareketlerine, Fanni’nin serzenişlerine ve tüm bunların oluşturduğu absürt mizansenlere gülmemek elde değil. Diğer taraftan bu üslup, film boyunca bilhassa karnınızda oluşan acıyı bir nebze olsun hafifletiyor. Çünkü olanları izlerken, bunları kendinize yormamanız içten bile değil. Açıkçası filmi izlerken oldukça düşündüğümü ve acı çektiğimi -bir erkek olarak- itiraf edeyim. Dünyanın gitgide bireyselleştiği ve kapitalizmin insanları yalnızlaştırdığı bir toplumda, evlendiği anda uğruna çaba harcayıp edindiği bu otonom yalnızlığı çöpe atıp ailesini koşulsuz geçindirmesi ve koruması gereken ve bu şablona dikte edilen erkeklerin psikolojisi, sizi de düşündürtüyor. Sonra da benzer bir durumda kalıp aile içindeki konumunuzu kaybetmek düşüncesi can acıtıyor.
Östlund’un kendi yazdığı senaryo matematik gibi işliyor. Mizansenler, diyaloglar, patlama anları, espriler, alt mesajlar… Hepsi tam yerine oturuyor. Bu durum, her ne kadar filmi akıcılaştırıyor ve keyifli hâle getiriyorsa da belli bir hamlık hissi de veriyor. Kusursuz olmanın getirdiği bir olmamışlık hissi. Aile içi dinamiklerde bu kadar güvenli bir şekilde yüzmek seyirciye biraz garip ve kolay geliyor. İnsan, bu kadar gelgitli ve muğlak konular içinde biraz da kaybolmak ve duvara toslamak istiyor. Filmin verdiği gerilim ve seyirciye kendini sorgulatması bir bakıma bunu karşılıyor gibi görünse de eksik kalıyor. Kusursuz ailenin tatilde tökezlese de eve döndüğünde dağılmayacağını hissediyoruz ve bu durum hayal kırıklığı yaratıyor hafiften. Biraz The Ice Storm (1997) havası istiyoruz, biraz da Ordinary People (1980). Aile kurumunun artık eskisi gibi olmayacağına dair bir kanıt istiyoruz, bu kadar yara aldıktan sonra hem de.
Östlund, finalde bu kez Ebba’yı hatalı duruma düşürerek durumu dengelemeye çalışıyor fakat bu sefer de her şey havada kalıyor. Temelde, bireysel ihtiyaçlarla aile olmanın getirdiği bilincin çatışmasını izliyoruz Force Majeure‘de. Günümüzde bilhassa büyükşehirlerde yaşayan beyaz yakalı kesimin karşılaştığı çelişkileri irdelerken gerilim ve komediyi karıştırarak farklı ama güzel bir kıvam elde eden film, kaliteli ve düşündüren bir seyirlik arayan seyircileri kolayca avucunun içine almayı başarıyor. Sırf bu yüzden ve Vivaldi’nin Dört Mevsim‘indeki Yaz (!) konçertosunu kusursuz kullanması nedeniyle bile izlenmesi gerekiyor.