32.Adana Altın Koza Film Festivali, 22 Eylül Pazartesi akşamı yapılan açılış töreniyle resmen start aldı; 23 Eylül Salı itibarıyla Ulusal Yarışma filmleri peş peşe perdede yerini almaya başladı. Günün ilk seansında Emine Yıldırım’ın yönettiği, Türkiye prömiyerini İstanbul Film Festivali’nde, dünya prömiyerini Tokyo Film Festivali’nde yapan filmi ekip katılımıyla gösterildi; ardından sahneye taşınan söyleşide hem filmin büyülü-gerçekçi tonuna hem de kadın karakterlerin çok katmanlı yazımına dair doyurucu sorular geldi. Günün ikinci seansında ise Orhan Eskiköy’ün yeni filmi dünya prömiyerini Adana’da gerçekleştirdi; yönetmenin kişisel hafızayla toplumsal belleği iç içe geçiren anlatımı salonda büyük ilgi gördü. Her iki film de iki ayrı salonda tıklım tıklım izlendi; meraklı, dikkatli bir seyirci profiliyle buluşan gösterimlerin ardından yapılan ekip katılımlı söyleşiler uzun alkışlarla ve sıcak bir diyalogla kapandı. Biz de festival boyunca olacağı gibi bugün de izlediğimiz bu iki film üzerine taze izlenimlerimizi paylaşıyoruz; hem seansların nabzını hem de salonlardaki ortak duyguyu aktarmaya çalıştığımız yazılarla karşınızdayız.
Gündüz Apollon Gece Athena (Yön. Emine Yıldırım, 2024)
Emine Yıldırım’ın ilk uzun metraj filmi Gündüz Apollon Gece Athena, yetimhanede büyüyen Defne’nin annesinin hayaletini bulma umuduyla çıktığı fantastik bir yolculuğu konu alıyor. Side Antik Kenti’nde geçen bu yolculukta ona radikal solcu Hüseyin, pavyon şarkıcısı Nazife ve Antik Çağ’dan gelen ana tanrıça Rhea eşlik ediyor. Film, beklentilerin çok ötesine geçen bir deneyim sunmakta. Daha ilk dakikalarından itibaren seyirciyi anlatı ya da biçim üzerine düşünmeye zorlamadan, doğrudan kucaklayan bir yapısı var. Film boyunca bir an tebessüm ettiren, bir an gözleri buğulandıran, sonra derin ve rahatlatıcı nefesler aldıran o nadir dengelerden biri kuruluyor. Seans sonunda salonda hâkim olan derin sessizlik, koltuklara kilitlenmiş o hal, izleyicide bıraktığı huşu, yalnızca bana değil, salondaki pek çok kişiye sirayet eden bir hissin göstergesiydi.
Yıldırım’ın belki de en büyük başarısı, sinemamızda sıklıkla teslim olduğumuz sosyal gerçekçiliğin peşine düşmemesi. Film, gerçeklikten kopmaksızın ama onu mutlak bir nedenselliğe bağlamaya da çalışmaksızın, karakterlerini ve olaylarını kendi akışında, sakince açıyor. Her karakter –ister Antik Çağ’dan gelen ana tanrıça Rhea, ister gözaltında kaybedilenlerin anısını taşıyan Hüseyin– bu toprakların binlerce yıllık acısını birer halk gibi taşıyor. Fantastik ögelerle dokunmuş bu anlatı, ülkenin kadim coğrafyasını ve onun katman katman bastırılmış, unutturulmuş hikâyelerini görünür kılıyor.
Filmin başarısı, bu ağır meseleleri ne didaktikleştirmesi ne de romantize etmesinde yatıyor. Aksine, büyük bir incelikle, sesini yükseltmeden ama etkisini azaltmadan anlatıyor. Yıldırım, hem geçmişin hayaletlerini hem bugünün hayal kırıklıklarını bir araya getirerek, seyircisini hem düşündüren hem yumuşatan bir sinema dili kuruyor. Üstelik bunu kadın merkezli, duyarlı, şefkatli ama politik duruşundan ödün vermeyen bir dille yapıyor. Kısacası Gündüz Apollon Gece Athena, yalnızca anlatısıyla değil, hissettirdikleriyle de güçlü bir film. Bir ilk film olmasına rağmen hem teknik hem duygusal açıdan son derece olgun. Prömiyerini yaptığı Tokyo Film Festivali’nde Asya’nın Geleceği ödülünü, İstanbul Film Festivali’nde SİYAD ödülünü alan bu filmden etkilenmemek çok zor.
Tuba BÜDÜŞ
Ev (Yön. Orhan Eskiköy, 2025)
Minimal sinemanın önemli isimlerinden Orhan Eskiköy, Ev filminde yakın tarihimizin en sarsıcı olaylarından biri olan 6 Şubat depremini merkeze alıyor. Dünya prömiyerini 32. Uluslararası Altın Koza Film Festivali’nde yapan Ev, bir aile etrafında şekillenen hikâye makro ölçekte toplumsal bir yıkımı da beraberinde tartışıyor. Beş kişilik Karasu ailesi tüm olumsuzluklara rağmen birbirlerinden aldıkları sevginin gücüyle yaşama tutunuyor. Evi ve evde olmayı gerçek anlamının ötesinde metaforik unsurlarla yeniden sorgulayan Eskiköy, anne, baba ve çocuklardan oluşan bu yapılanmada birlikte olmanın gücüyle yaraların bir nebze de olsa sarılabileceğinin altını çiziyor.
Babamın Sesi (2012), İki Dil Bir Bavul (2008) gibi önemli filmlere imza atan Eskiköy’ün, nahif anlatı tarzıyla zorlu koşulları estetize etmesine ve filmlerindeki umutvar tarzına alışkınız. Aynı şekilde Ev filminde de umuda sarılan, pes etmeyen yaşama arzusunun sinemasal bakışını paylaşıyoruz. Acıyı ve sosyal şiddeti tek taraflı propaganda aracına dönüştürmeden gerçeği salt unsularla sunan Karasu ailesi, gündelik hayatlarını cesurca perdeye aktarıyor. Taraf tutmadan ya da günah keçisi arayışına girmeden koşulları değerlendirip en uygun şekilde örgütlenen Hatay halkı aradan geçen sayısız kasvetli günün ardından hayatlarını inşa etmeye devam ediyor. Her yeni günü taze bir umutla bekleyen Hataylılar, topraklarını, canlarını ve benliklerini terk etmiyor. Anıların gölgesinde soluklanan halk, bir anka kuşu misali küllerinden yeniden doğuyor.
Özgün bir hikâyeye sahip olan bu gerçek olay her ne kadar belge niteliği taşıyan bir kanıt sunsa da yönetmen dokunuşu ve olayları yansıtma yetisi açısından bana kalırsa türdeşi pek çok filmden ayrılıyor. Gerçeğin bir nevi yeniden üretimi olarak yaklaşabileceğimiz Ev, aynı zamanda mekân anlatısı üzerinden geçmişin birer analizini sunuyor. Kriz yönetimi ve önlem bağlamında oldukça zayıf olduğunu düşündüğüm afet planlama çalışmaları sinemanın sosyo-politik farkındalığından hak ettiği cevabı alıyor. Ne yazık ki 6 Şubat ve nice felaket, nefes almanın bile politik bir sürece evrildiği yeni dünya düzeninin temelini atıyor. Depremde hasar görmenin, evini kaybetmenin veya hayatta kalmanın, barınmanın bile sınıfsal olduğu bir düzende geriye “enkaz” olarak nitelendirilebilecek tek bir şey kalıyor; insan hayatı.