Bazı filmlerin konusu hakkında önceden bilgi sahibi olduğunuzda, o filmi önce zihninizde kendi hayal gücünüzle sahne sahne çekersiniz. Filmi izlemeye gittiğinizde yönetmenin hayal gücüyle sizin düşleriniz birbirini tutmuyorsa, anlamsız bir hayal kırıklığına kapılır, içten içe şikâyet etmeye başlarsınız. The Childhood of a Leader (2015), öyle dikkat çekici bir konuya sahip ki, izlemeden önce ister istemez kendi filmimi kafamda çekmiştim. Ancak film, müthiş bir kasırga gibi gürleyen müzikleri ve karanlık atmosferiyle başladığında beklediğimden çok farklı bir öykünün içine girdiğimi fark ettim.
Brady Corbet, yönetmen koltuğuna oturduğu ilk uzun metrajlı filminde her şeyiyle ürkütücü bir atmosfer yaratmayı başarmış. Toplamda beş (üç ana bölüm + bir başlangıç ve final sekansı) bölüme ayırarak anlattığı hikâye, ilk sahneden itibaren acımasız bir hükümdarın ayak izlerini takip etmemizi sağlıyor. Başlangıçla birlikte geleceğin soğuk yüzlü lideri Prescott’un çocukluğuna dâhil oluyoruz. Çocuğun davranışları, onun kötülüğü doğuştan kalbinde barındırdığı yönünde bir izlenim uyandırıp endişe yaratsa da ilerleyen sahnelerde bu tuhaf çocuğun donuk bakışları anlam kazanmaya başlıyor.
Filmi seyretmeden önce, günümüzde ve tarihin hemen her safhasında, bir çocuğun zihnine düşmanlık ve nefret duygularını ekmenin en güçlü araçlarından biri olan eğitim olgusunun fazlasıyla irdeleneceğini tahmin ediyordum. The Childhood of a Leader ise eğitimi en azından kurumsal anlamda bir etki olarak kullanmak yerine, “terbiye etme” sürecini okuldan çıkarıp aile ve kiliseye daha fazla yer vererek çocuk ile yetişkinler arasındaki tüm ilişkilere yaymayı tercih etmiş.
Prescott’un fazlasıyla rasyonel bir diplomat olan babası ve katı disiplin anlayışından taviz vermeyen dindar annesi, onun üzerinde baskı kurmaktan başka bir işe yaramadığı gibi, çocukluk çağlarını bir çocuk olarak yaşamasına da engel oluyor. Her davranışının şaşmaz bir ödül-ceza sistemi çerçevesinde değerlendirildiği bu ailede, bir çocuk olarak karşılıksız sevgi ve şefkati gördüğü tek kişi olan hizmetçi Mona, yaptığı ilk hatada kapının önüne konuluyor. Prescott’un üzülmesi, sinirlenmesi, aç kalması ya da kendini odasına kapatması, annenin kurallarından daha önemli değil. Bırakın her yetişkinin doğru ve yanlışlarının birbirinden farklı olmasını, bir yetişkin ile bir çocuğun dünyalarının birbirinden ayrı olması bile kabul edilmiyor. Doğru ve yanlışlar, ailenin sosyal yaşamdaki yerinin zedelenmemesi adına belirleniyor ve Prescott’un utanç verici davranışlarının hepsi cezalandırılıyor. Prescott’un gülümsemeyi unutmuş annesi, çatık kaşlarıyla oğlunun cezalara gösterdiği direnişi de tamamen yok sayıyor ve kurallardan asla vazgeçmiyor.
Savaşın bitmesiyle kilisede düşmanımızı bile sevmemiz gerektiğine dair vaazlar verilirken bu yoğun merhamet duyguları, Prescott’a tehdit ve cezayla yerleştirilmeye çalışılıyor. Kutsal kitabın öğretilerinin, tartışmaya yer vermeyen bir mecburiyetle öğretilmesi, çocuğun dünyasına karanlığı hâkim kılan bir reddedişe dönüşüyor. Görüyoruz ki en güzel duygular, karşı konulmaz birer emir olunca yalnızca öfke ve nefreti beslemeye yarıyor. Kötülüğün tohumları, bir çocuğun kalbine gizlice ekiliyor.
Prescott’un terbiyesi, kendi doğrularını oluşturmasına izin verilmeden, başkalarının doğrularına biat etmesi öğretilerek gerçekleştirilince, masum bir çocuk kolayca milyonları peşinden sürükleyen bir sahte peygamber oluveriyor. Filmin mutlaka ayrı bir parantez açılması gereken müzikleri, finale doğru gitgide kaotik bir hâl alınca, asker üniformasının altındaki deliliğin kökenleri hafızamıza çivi gibi çakılıyor. İki saat boyunca bir kötünün yaradılışını seyrettiğimizi zannetsek de filmde geçen “Bir adamın kötülük yapmasından çok, onca insanın iyilik yapmaya cesaret edememesine dikkat çekmek gerekir.” cümlesi görmezden gelinen gerçeğin altını ısrarla çiziyor.
Hepimiz, dünyanın kötülüğünü başkalarının sırtına yükleme eğilimine sahibiz. Oysa görmekten kaçtığımız gerçek, bu çıkışsız labirenti yaratan mekanizmanın birer parçası olduğumuz. Huzurumuzu kaçırana ve düzenimizi bozana kapılarını kapatan, yalanların arkasına bakmaktan korkan, “iyilik yapmaya” cesaret edemeyen bizler, kötüyü de kötülüğü de tercih ediyoruz. Karanlığın sebebi olarak tek bir kötüyü gösterip, tüm günahları onun sırtına yüklemek çözümü getirmeyeceği gibi çoğu zaman çözüme giden yolları da kapatır. Önemli olan, karanlığı görüp onun içinde yok olmak yerine, karanlığın ardındaki ışığa ulaşmaya çalışmaktır.