59. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin açılış ve ilk gününün ardından ikinci günde artık festival rutinimiz oturmaya başladı. Antalya’da sıcaklıkların az da olsa düşmesi festival deneyimimize büyük bir katkı sağlarken Antalya ortalamalarının altında olan nemin biraz daha kırılması da kelimenin tam anlamıyla rahat bir nefes aldırdı. Nefes aldıran bir başka etmen ise ilk günün aksine izlediğimiz filmler oldu. Festivalin ana mekanlarından Atatürk Kültür Merkezi’nin Aspendos salonunda Ulusal Uzun Metraj Yarışması’ndan iki film izledik. Burak Çevik’in yönetmenleri arasında bulunduğu deney(im)sel film Gidiş O Gidiş ile açılan günü yıllar sonra bir uzun metraj film ile Antalya’ya dönen Belmin Söylemez’in Ayna Ayna filmi ile kapattık. Aile temasının ve travmaların hakim olduğu ilk günün ardından sinemacılarımız farklı yönlere yelkenlerini açtılar, üç boyutlu gözlükler ile başlayan gün alkışlar ile kapandı.
Gidiş O Gidiş
Tuzdan Kaide ile sinemamıza aykırı bir ilk adım atan, daha sonra Aidiyet ile de çizgisini koruyan Burak Çevik’in Sofia Bohdanowicz ve Blake Williams ile beraber yönetmen koltuğunda oturduğu Gidiş O Gidiş festivalin ikinci gününün ilk Ulusal Yarışma filmiydi. Yapım süreçleri ve izleyici deneyimi gibi konular üzerine kafa yoran bir yönetmen olan Burak Çevik’in üzerine yapıştırılan “deneysel sinemacı” etiketinden ne kadar mutlu olduğu bilinmez ama ülke sineması bu denli anlatı çıkmazındayken avangart işlere imza attığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu filmde de ortak yönetmenleriyle yaşadığı kişisel bir hikayeden yola çıkıyor Çevik. Yakın zamanda ölen dostu Juliane’in evine bakmak için Paris’e taşınan Audrey’in Toronto’dan Blake Williams ve İstanbul’dan Burak Çevik’ten aldığı gündelik mektuplar üzerine inşa ediliyor filmin anlatısı. Monotonlaşan günlerin, hapsolunan mekanların ve yaşanılamayan duyguların mektuplar olarak hayat bulduğu bu evren çağrışımlar yoluyla aktarılıyor perdeye. Epizodik bir yapı kuran kurulurken mektupların tarihleri rota olarak kullanılıyor. Farklı ülkelerde yaşayan bu insanlar arasındaki mektuplar arka planda sözel olarak hayat bulurken seyirci yönetmenlerin çektikleri yer yer boyutunun da tekten üçe çıktığı görüntüler ile baş başa kalıyor. Bu noktada çeşitli imajları seyirciye “boca ederken” görüntü ve sesi bazen açık bazen de örtük bağlamlarla eşleştiriyor. Kendini sürekli bir tahayyül hali içinde bulan seyirci ise elinde üç boyutlu gözlükler ile ekranın sağ altındaki ikonu takip ediyor.
Sahip olduğu eklektik yapının yanı sıra mektuplar üzerinden kurduğu oldukça kişisel anlatısı ile de seyirciye rahat alanlar tanımayan ve sürekli aktif bir seyirlik içinde bulunmasını bekleyen bir film Gidiş O Gidiş. Hal böyleyken Ulusal Yarışma’nın diğer filmlerinden farklı bir noktada duruyor, hatta bir nevi karşı bir duruş sergiliyor film. İmgelerin karakter yolculuklarının yanına serpiştirilme yöntemiyle dağıtıldığı sinemamızda, bütün anlatısını çağrışımlar üzerine kuran bir film tıpkı Burak Çevik’in diğer filmleri gibi kağıt üstünde oldukça merak uyandırıyor. Bu noktada vadettiği birçok unsuru da barındırıyor film. Fakat bu unsurlar öylesine sistematik, planlı ve hesaplanmış bir yapı ile perdeye aktarılıyor ki bir noktadan sonra filmi deneyimlemekten öte anlamaya çalışmak hali ağır basıyor. Bu durum da karşımıza seyirci ile hangi noktadan diyalog kuracağına karar veremeyen bir film ortaya çıkmasına sebep oluyor. Böylesine uçucu ve izledikçe dağılan bir film için fazla mekanik altı doldurulmaya çalışan film sanki böylesine kişisel bir hikayeyi hazır bir “deneysel sinema” şablonuna oturtmak için çabalıyor. Bu durum da film ile kurulabilecek olası duygusal bağları gevşetip, ortaya video art olmaya yakınsayan bir iş çıkarıyor. Hem zihinsel hem de fiziksel olarak sürekli bir aktivite halinde olması beklenen seyirciye ise film ilerledikçe bir “yaptım oldu” hali kalıyor. Bütün bu çabayı verme noktasında sıkıntı yaşamayan seyirci bu evrenin dahil olduğu şablonu fark edince filme dair merak duygusunun yerini imgeler ile boğuşma hali alıyor. Özellikle meraklısına oldukça doğru bir yerden de ulaşabilecek bu her şeyin çözülüp uçuştuğu post-modern anlatı, seçkide durduğu eğretilik ile de bir anlam yaratıyor. Fakat film bu anlam yaratma noktasına fazla kaptırdığından zihinde hedeflediği kalıcı etkiyi de bırakamıyor.
Ayna Ayna
Belmin Söylemez’in on yıl aradan sonra çektiği ikinci uzun metraj filmi Ayna Ayna günün ikinci Ulusal Yarışma filmiydi. Şimdiki Zaman’da İstanbul’a sıkışmış kadınların hikayelerini etkileyici bir sinemasal üslup ile perdeye aktarırken şehrin duvarlarına ve zamanın kendisine hapsolmuş karakterini tüm sakinliğiyle takip ediyordu. Ayna Ayna‘da da hikayesini İstanbul’a atfettiği içsel değer üzerinden kuran Söylemez, mekanları sadece birer materyal olarak değil aynı zamanda dönüşüm ve devinimleri ile alıyor. Yeni Türkiye’nin izlerini İstanbul üzerinden sürerken şehri geçmişte güzel anılar biriktirdiğiniz fakat şimdi tanınmaz bir hale bürünen eski bir dost olarak ele alıyor. Filmin odağında ise şehrin girdabında savrulan üç farklı yaş grubundan kadın yer alıyor. Oyuncu olma hayalleri kuran üniversite öğrencisi Aylin, geçmiş travmalarının etkisinde kendisini bir tür yansıması olarak hissettiği Frida Kahlo oyunu yazan Frida ve muhafazakarlaşan, fakirleşen şehirde yaşamaya ve hayatını adadığı tiyatrosunu yaşatmaya çalışan hem usta hem atıl olarak görülen Lale, filmin kaderlerini kesiştirdiği kadınlar… Hepsinin kendi problemleriyle var olduğu şehir onların aynı zamanda ekonomik, politik ve sosyal mücadele arenası.
Tıpkı ilk filminde olduğu gibi oldukça sakin sinema dilini ve etkileyici rejisini filmin tamamına yayan, diyaloglar ile olduğu kadar sessiz anlarla da anlamlar yaratan ve tabii ki bu kadar oyunculuk merkezli bir anlatıda neredeyse bütün karakterlerden gösterişsiz ama oldukça incelikli performanslar alan Belmin Söylemez’in ne denli yetkin bir hikaye anlatıcısı olduğunun ispatları niteliğinde. Bu kamera hakimiyetinin bazen küçük ama etkili buluşlarla doğrudan hikayeye hizmet eder hale de getirilmesi şüphesiz görüntü yönetmeni Vedat Özdemir ve Belmin Söylemez’in uyumunun sonucu. Filmin bu kuvvetli sinemasal etkisini tabii iyi bir metin destekliyor. Film ilerledikçe paralel kurgularla hayatlarını izlediğimiz kadınların ne kadar “paralel” hayatlarının olduğu hem gündelik eylemlerinde, hem de kanımca çok yerinde bir dokunuş olan rüyaların canlandırma sahneleriyle seyirciye aktarılıyor. Artık “değişen” değil “değişmiş” Türkiye portresinin ne kadar kanıksandığı, bireylerin bu yeni şartları gayet kanıksamış bir şekilde yaşamak için yollarını aradığı ve hayallerin, ulaşılmak istenenlerin sistemle verdiği savaşı İstanbul üzerinden ustalıkla gözler önüne seriyor. Tüm bunların yanında tabii ki Ayna Ayna’nın da sorunları özellikle film ilerledikçe kendini gösteriyor. Karakterlerin hikayelerinde açtığı yolları her seferinde kapatma girişimine girerken kimi zaman anlatıya pek de hizmet etmeyen kısımların oluşması temel sorunlardan. Öte yandan filmin birden çok son yapması vuruculuğunu düşüren etkenlerden. Fakat tüm bunlara rağmen güncel, politik ve güçlü bir metnin etkileyici bir sinema dili buluştuğu, festival seçkisinde bir nefes alanı açan, rahatlatan bir film oldu Ayna Ayna.