Önünde Jaws gibi kült bir film bulunmasına rağmen, tek mekânın hakim olduğu gerilim dolu, bir köpekbalığından kurtulma hikâyesinin altından kendi içinde başarıyla kalkabilmiş bir film The Shallows. Bir köpekbalığı, belirli saat aralıklarında yükselip alçalan okyanus suyu, suyun içinde bir yüzeyde görünen bir içeride kalan küçük adacıklar, Meksika’da adını herkesin sır gibi sakladığı bir cennet plajı ve tek başına kurtarılmayı bekleyen bir kadın…
Filmin daha başında bir şeylerin ters gitmeye başladığını fark ediyoruz. Tanımadığı bir Meksikalının arabasındaki Amerikalı bir genç kadın, çok az İspanyolcası ile derdini anlatmaya ve Meksikalıyla anlaşmaya çalışıyor. Yolun yarısında arkadaşı tarafından ekilmesiyle başlıyor Nancy’nin (Blake Lively) aksilik dolu hikâyesi. Genel itibariyle her gerilim filminde olduğu gibi karakterin başına istenmedik bir olay geleceğini filmin ilk üç dakikasında anlayabiliyoruz. Bu, biz seyircilerin ileri görüşlülüğünden mi yoksa bu janrın bize öğretmiş olduğu bir durum mudur, net olarak bilmiyorum; ama genel itibariyle bir gerilim-korku filminden beklenebilecek ve seyirciyi şaşırtmayacak bir hareket.
The Shallows, bunu tek bir kadın karakter üzerinden kurduğu anlatısıyla kazanıyor. Sayılabilecek birçok mantık hatası da var elbette film içerisinde; fakat izlerken sizi içine alıp sürükleyen de bir havası var. Bu işin içinden nasıl çıkacak diye düşündüğünüz noktada film size bir ışık yakıyor ve çok geçmeden kapatıyor o ışığı kendi eliyle. Yine gerilim janrındaki filmlerde, tahmin edilen çoğu şeyin çıktığı gibi, bunun yanında yaptığı ters köşelerle de kendini izlettirmeyi başarıyor.
İnsanın zora düştüğü ve yanında kimseyi bulamayacağı noktada kendi kendisinin doktoru olabileceğini gösteriyor The Shallows. Belli başlı bir ilkyardım eğitimi alındığında bile bir insanın hayatını kurtarabileceğini ve neler yapabileceğini düşünerek o anın içinden nasıl kurtulunacağının yollarının çizilmesine yardım ediyor. Nancy aslında mutsuz bir tıp öğrencisi olsa da, film boyunca ihtiyaç duyacağı bütün sağlık bilgilerini, aldığı bu eğitim sayesinde elinde tutuyor olmasındaki faydası oldukça fazla.
Hikâyesinin alışılagelmişliği dışında, sinematografik açıdan çok daha iyi bir yerde tutulması gerekiyor filmin. Yukarıdan çekilmiş okyanus planları, sörf yaparken çekilen sahnelerin elbette ki filmi izlenir kılmalarında hikâyeden daha büyük bir etkisi vardır. Seyirciyi hikâyesi olmayan görüntülerle geçiştirmiyor yönetmen. Örneğin; çaresiz bir şekilde bir kayanın üzerinde fetüs şeklinde uzanıp yatan Nancy’nin sancılı doğum anına şahit oluyor gibiyiz. Üzerinde yattığı o kayadan –rahimden- çıkışı iki günü buluyor. Bulunduğu isimsiz plaja annesinin Nancy’e hamileyken gelmiş olması, bu görüntülerin rastgele olmadığını da kanıtlar nitelikte.
Sonlara doğru gelindiğinde Nancy, gücünü artık iyice yitirmeye başlıyor. Köpekbalığı ile savaşmaya takati kalmadığının farkında ve artık son bir öldürücü hamleye ihtiyacı olacak. Dubaya geçmeye karar verdiğinde bir climax noktasında buluyoruz kendimizi ve gittikçe rahatlıyoruz sanki. Film boyunca Jaws ile benzer bir sahneye rastlamasak da son dakikalarda Nancy’nin batan duba üzerindeki planları ve Jaws’ın son sahnesinde batan gemi üzerindeki karakterin benzerlikleri düşündürücü.
Filmi, Jaws gibi bir örnekle kıyaslamak yanlış olabilir belki ama The Shallows, bu hikâyeyi bir kadın kahramanın dünyasında anlatmayı seçiyor. Erkekten ziyade kadın egemenliğinin hâkim olması ve bunu filmin sonuna kadar elinden bırakmaması erkek gücüne de ihtiyaç duymadan bir kadının başına gelenlerin altından kalkabileceğini kanıtlıyor desem abartmış sayılmam herhâlde. Bu bakımdan, güçlü olanın kadın olması ve hikâyenin erkekler üzerine yığılmamışlığı filmi bazı noktalarda şahsına münhasır bir hale bürünüdürüyor.
Açıkcası konusu bakımından klasik fakat işleyişi ve senaryosu bakımından özgün bir film gibi duruyor.