Uluslararası Venedik Film Festivali – ya da Mostra Internazionale d’Arte Cinematografica della Biennale di Venezia – Avrupa’nın romantik başkentinde 81. kez hayat buldu. Neredeyse yıl boyunca devam eden Biennale’in sinema ayağı olan festival, merakla beklediğimiz birçok filmin ilk gösterim durağı oldu. Fakat Venedik sadece Avrupa sinemasının değil, bir süredir Hollywood’un da dünyaya açılan kapısı olma rolünü üstleniyor. Ana yarışmada birçok büyük prodüksiyonlu Hollywood filmi görmek artık şaşılacak bir durum değil bizler için. Bunda şüphesiz en büyük pay sahibi Cannes ile olan büyük çekişme. Avrupa’nın el üstünde tutulan yönetmelerinin prömiyer adresi olarak Cannes’ı seçmesine karşılık olarak Venedik de iyiden iyiye yıldız avına yönelmiş durumda. Ayrıca bir başka gündem olarak oyuncu ve senarist sendikalarının başlattığı grev de gazetecilerin ortak bir bildiriyle yarışmadaki bazı filmlerin ekipleri ile söyleşi yapmama kararı almasıyla festivalde etkisini gösterdi.
Bu etkilerin yarattığı düşük beklentiye rağmen Venedik’in büyük bir hayal kırıklığı yarattığı söylenemez. Pedro Almadovar, Luca Guadagnino ve Pablo Larrain gibi yönetmenlerin son filmleri ana yarışmada kendilerine yer bulanlar arasındaydı. Ayrıca yeni filmlerini bir süredir beklediğimiz Athina Rachel Tsangari gibi isimlerin filmleri de seçkideydi. İlk filmiyle Altın Aslan’a uzanan Joker serisinin ikinci filmi, Tim Burton’ın Beetlejuice Beetlejuice’u ile beraber festivalin reklam yüzleri olarak dikkat çekti. Öte yandan Orizzonti, Orizzonti Extra ve Giornate degli Autori gibi yan bölümler de sinemaseverlere gayet iyi keşifler sundu. Ben de bu yazıda, ana yarışmadaki ve yan bölümlerdeki filmlerden bazılarından bana kalanları aktarıp festivalin genel bir fotoğrafını çekmeye çalışacağım.
Altın Aslan’a uzanan The Room Next Door (2024) ile başlayalım. Film, Almodovar’ın ilk İngilizce uzun metrajı olma özelliğini taşıyor. Böylelikle sinema kariyerinde 40. yılını deviren usta rejisör, Amerika’da İngilizce filmi olan Avrupalı yönetmenler kulübüne biraz geç de olsa dahil oldu. Emsallerinde çoğunlukla olumlu sonuçlar vermeyen bu deneme, Almodovar’ın elinde hiç de eğreti durmamış gibi görünüyor. Tilda Swinton ve Julian Moore gibi iki yıldızı başrollere taşıyan film, bir yazar ve bir savaş muhabiri arasında yıllar sonra tekrardan filizlenen arkadaşlığın ölümle olan dansını konu alıyor. New York’ta yaşamını sürdüren savaş muhabiri Martha (Tilda Swinton) ağır bir hastalık geçirmektedir ve hastalık vesilesiyle tekrardan bağ kurduğu eski dostu Ingrid (Julian Moore) onun bu süreçte en büyük destekçisi olur. Fakat bu süreçte Ingrid, Martha’nın talebiyle kendini oldukça zor bir rolde bulur. Bu rol, onu eski dostunun hayatına ve halihazırda çok korktuğu ölüme daha da yaklaştıracaktır.
Ele aldığı temel insani sorularla, iç içe geçen hayatlarla, oyunculuk biçimleriyle ve en önemlisi bunları bir ağ gibi ören yoğun duygularıyla tam bir Almodovar filmi The Room Next Door. Pain and Glory (2019) gibi kendi kişiliği ve filmografisiyle yüzleşen bir film yaptıktan sonra bunun onun kariyerinde bir kırılma yaşatacağını, daha farklı Almadovar filmleri izleyeceğimizi düşünenler arasındaydım. Fakat hem bir önceki filmi Parallel Mothers’dan (2021) hem de The Room Next Door’dan gördüğümüz kadarıyla Pedro direksiyonu yeni rotalara değil; daha da özüne ve onu bu noktaya taşıyan hikâyelere, kendi sinema diline geri dönüyor. The Room Next Door’u özel kılan ise bunu farklı bir dil ve daha da önemlisi farklı bir kültürün içinde yaratabilmiş olması. New York’un gri dokusunun içine kendi ekspresyonist evlerini, boyalarını, kıyafetlerini yerleştiren Almodovar, ele aldığı yaşam-ölüm temasındaki ikiliği üslubuna da yansıtıyor. Başka birinin elinde sakil duracak ucuz senaryo numaralarını ve neredeyse bir pembe diziyi aratmayacak diyaloglarını ustaca hikâyesinin birer parçası yapıp, sizi en temel duygularınızla baş başa bırakıyor. Zira bunlar onu usta bir yönetmen yapan en temel unsurlar. Fakat öte yandan filmde, her unsur aynı ustalıkla işlemiyor tabii ki. Film, yer yer iklim krizine ve küresel politikaya dair de bir şeyler söylemeye çalışıyor. Bunu da John Turturro’nun hayat verdiği karakter ile yapıyor çoğunlukla. Ne yazık ki hem karakter hem de söylenen sözler oldukça tek boyutlu ve karikatür kalıyor, anlatıda kendine bir yer edinemiyor. Bunun gibi ufak aksamalara rağmen etkileyici mizansenlerinden aldığı güç ile The Room Next Door,n yeni bir Almodovar melodramı izleme heyecanında olanları oldukça tatmin edebilecek cinsten.
Guadagnino’nun yönetmen koltuğunda oturduğu ve başrolüne Daniel Craig’i taşıyan Queer (2024) festivalin bir diğer gözdesiydi. Guadagnino’nun her seferinde başka bir dünyayı merceğine alan tercihleri ve duyulara hitap eden güçlü rejisi, her filminin büyük bir merak furyası yaratmasına yol açıyor elbette. Fakat, bence Queer’i ilginç kılan en önemli unsur filmin bir William S. Burroughs uyarlaması olması. Her ne kadar hafızalarımızda Crononberg’in Naked Lunch’ı (1991) gibi örnek başyapıt olsa da herhangi bir Burroughs romanını okuyan biri onu uyarlamanın ne denli zor bir iş olduğunu az çok tahmin edebilir. Bunun temel sebebi elbette ki Burroughs romanlarının eklektik, bayağı ve çıplak dilidir. Buna ek olarak, yazarın hayatının Meksika’da geçtiği dönemindeki arzularını ve bağımlılıklarını odağına aldığı Queer’in ağırlıklı olarak diyaloglardan ve iç seslerden oluştuğunu söylemekte de yarar var. Fakat, neredeyse bütün filmlerinin roman uyarlaması olduğunu düşündüğümüzde ise Guadagnino’nun böyle bir işin altına girmiş olması büyük bir sürpriz değil. Benim için sürpriz olan durum ise her uyarlamasında büyük bir ağırlığını hissettiğimiz yönetmenin bu sefer romana oldukça sadık bir yol izlemiş olması. Metnin eklektik üslubu yönetmene kendi dünyasını yaratması için yeterli alanı sağlasa da anlatı yapısı olarak romanı oldukça titiz bir şekilde takip eden bir film olduğunu söyleyebiliriz Queer’in.
Tanımlaması zor bir karakter olan Lee’nin iyi çalışıldığını ve Daniel Craig’in özellikle filmin ilk yarısında karaktere hayat verirken başarılı bir iş çıkardığını söylemem gerek. Film, onun başıboş ve rastgele hayatının peşine seyirciyi takmayı başarıyor. Bunu da Lee’nin boşboğaz ve ukala kişiliğini yansıtırken oldukça şeffaf davranmasıyla kotarıyor. Daha sonra bir takıntı haline getireceği Eugene (Drew Starkey) ile karşılaştığında arzularına nasıl yenik düştüğünü, Eugene’nin ona karşı takındığı tutum ile Lee’nin çizdiği profilin nasıl tepetaklak olduğunun güçlü bir şekilde altını çiziyor. Bunu yaparken Guadagnino’un tutkuyu resmederken ondan alışık olduğumuz reji tercihlerinin dışında hareket ettiğini görüyoruz. Bu da Lee ve Eugene’nin gelgitli ve kopuk ilişkilerinden kaynaklanıyor. Queer’de Call me By Your Name’den (2017) hatırladığımız sıcak ve kendine çeken “kırmızı” bir tutku yok, daha “sarı” tonlarında gezen soğuk ve itici bir tutku bu. Guadagnino da filmin ilk yarısında sinema dilini bu anlatıyla oldukça uyumlu bir şekilde kurmayı başarıyor. Fakat filme dair söyleyebileceğim olumlu taraflar bu tercihlerden ibaret ne yazık ki.
Lee’nin ikinci bir takıntısı olan uyuşturucu ve ona bağlı olarak yaşanan deneyimler için Eugene ile birlikte çıktığı yol ve beraberinde yaşananlar maalesef oldukça kötü kurulmuş ve hiçbir noktasında ilgi çekici bir an sunamıyor. Romanın bu kısımlarında Burroughs’ın kullandığı güçlü dilin etkisinin perdeye yansıtılamaması filmin temposuna bir hayli zarar veriyor. Karakterlerin yaşadığı halüsinatif ve telepatik etkileri akla ilk gelen şekilleriyle ve oldukça ucuz görsel efektler ile aktaran film, bu yolculuk sırasında ikilinin arasındaki ilişkiyi de bir hayli geri plana atıp en güçlü tarafından de feragat etmiş oluyor. Malesef iyi parıltılarla başlayan film, vasat bir Hollywood komedisine dönüşerek bitiyor. Bunun da temel olarak metnin içeriğine sıkı sıkıya bağlı kalıp onun getirdiği sınırlamalara boyun eğmekten kaynaklandığını düşünüyorum. Dolayısıyla yüklendiği zor görevin üstesinden bu sefer gelemeyen bir Guadagnino ve James Bond görüyorum Queer’de. Isabelle Huppert başkanlığındaki jüri de benzer düşünmüş olacak ki potansiyel Altın Aslan adaylarından biri olarak görülen film, festivalden eli boş dönüyor.
Bodies, Bodies, Bodies’den (2022) tanıdığımız yönetmen Halina Reijn’in ikinci uzun metrajı Babygirl (2024) ise beklentilerin yüksek olduğu bir başka Ana Yarışma filmiydi. Nicole Kidman’ın Romy karakteri ile bir teknoloji şirketinin CEO’su rolüne hayat verdiği film, aynı zamanda onu En İyi Kadın Oyuncu ödülüne ulaştıran performans oldu. Oldukça başarılı bir CEO olan Romy’nin rutin hayatına şirketin yeni ve genç stajyeri Samuel’in (Harris Dickinson) girmesi ile bambaşka bir tarafı ortaya çıkar. Mutlu aile tablosu ve başarılı iş insanı örtüsünün altında bastırılmış fanteziler yatmaktadır. Samule ile ortaya çıkan bu duygular trenin raydan çıkmasına ve hem ailesinin hem de kariyerinin bu akıntıda sürüklenmesine sebep olur.
İkili arasında yaratılan bu yüksek tansiyonlu dünya ise itaat, emir ve güç ilişkileri üzerinden dönüyor. Bu da filmin büyük oranda sınıfsal ilişkiler ve iktidar kurma üzerinden okunabilmesine olanak sağlıyor. Film, kağıt üstünde parıldayan bu fikirlere rağmen ne yazık ki vasatı aşamıyor. Bunun temel sebebi iyi kurulamamış bir senaryo ve özensiz görsel dili oluyor. Sürekli tekrara düşen anlar, sönük yan karakterler, ağızlara oturmayan diyaloglar, ana akım yerli dizileri aratmayacak bir kamera kullanımı… İkili arasında geçen fantezilerin dışa vurulduğu anlar dışında perdede iyi bir mizansen yakalamak mümkün değil ne yazık ki. Sanki bütün film “o” birkaç an için çekilmiş gibi. Her ne kadar kadın cinselliğine dair açtığı yol, heyecan verici gözükse de kameranın yer yer Romy’i yargıladığını da düşünmeden edemiyor insan. Kısaca, Babygirl iyi bir tartışma alanı açar gibi yapıp sinemasal bir karşılık yaratamayan, oldukça zayıf bir iş olarak hatırlanacak diye düşünüyorum.
Ana yarışmada izlediğim iki kadın yönetmenin filmi beni oldukça benzer duygularla bıraktı. Ele aldıkları temalar, dönemler ya da karakterler pek benzemese de provakatif nitelikleri ve risk alan tercihleri, beni bu iki film üzerine de daha çok düşünmeye itti. Dolayısıyla bu ikiliyi beraber anmak istiyorum: Dea Kulumbegashvili’nden April (2024) ve Athina Rachel Tsangari’nden Harvest (2024).İlk uzun metrajı Beginning’de sakin bir üslup, sabit kamera ve uzun planlar ile provakatif ve güncel bir anlatı kuran Kulumbegashvili, yine benzer bir sinemanın peşinden gidiyor. Gürcü yönetmen, kamerasını çalıştığı köyde gizli bir şekilde kürtaj operasyonları yapan ve el altından doğum kontrol hapları dağıtan Nina’ya çeviriyor. Ataerkinin kurallarını bozan, kendince köy içinde bir dayanışma ağı kuran bu gizli kahramanın hikâyesi, köyün draması ile birleşip oldukça sert bir anlatı olarak karşımıza çıkıyor.
Bu kez üslup daha da sertleştiği için bir hayli tekinsiz, hazmı zor bir film ortaya çıkıyor. Film bütün süresi boyunca seyircisini sürekli provoke eden ve hatta bazen kavga eden bir yapıya sahip. Bu durum, seyircinin filmle kurduğu bağa büyük bir ket vursa da benim için genç yönetmenin sahip olduğu bu cüret onu ön plana çıkarıyor. Aynı cüreti Harvest’ı de izlerken hissetmemek mümkün değil. Tsangari’nin önceki işlerini düşündüğümüzde kendi sineması içinde bile bir hayli tuhaf duran film sanayi devrimi öncesi bir İskoç adasındaki köy halkını konu allıyor. Bu halkın yaşadığı serüvenleri köyün aykırı karakteri Thirsk’in gözünden seyirciye sunuyor. Adaya gelen yabancılara karşı köy halkının tepkisi, iktidarların yabancı düşmanlığını nasıl birer politik araç olarak kullandıkları üzerine güçlü bir alegori sunuyor. Film, günümüz politikasına dair birçok ögeyi bu gibi alegorik yollarla sunarken hiçbir şekilde kendini seyirciye sevdirmeye çalışmıyor. Hikâye kendi bütün doğallığı ve çiğliyle ilerlerken olan bitene tıpkı Thirsk gibi seyirci kalıyoruz. Hiçbir noktada seyirci ve karakterler arasında özdeşleşme yaratma ihtiyacı duymayan Tsangari, seyirci de dahil olmak üzere herkesi sanık sandalyesine oturtuyor. Tıpkı April gibi gücünü etkileyici sinema dilinden alan ve seyircinin gözünün yaşına bakmayan bir film Harvest.
Festivalin yan bölümlerinde gösterilen bazı filmleri de burada anmadan geçmek istemiyorum. Özellikle Giornate degli Autori bölümünde gösterilen Taxi Monamour (2024) benim için festivalin uzak ara en iyisiydi. Filmin yönetmeni Ciro de Caro, birbirlerinden çok farklı iki yalnız genç kadının kurduğu bağı ve zorluklarla dolu hayatlarında birbirlerinde buldukları tutkuyu, mutluluğu ve yaşama sevincini ustaca perdeye aktarıyor. Ele aldığı ve seyircide uyandırdığı güçlü duygulara rağmen mizahı, ironiyi ve tebessümü elden bırakmayan yapısıyla oldukça olgun ve büyülü bir film Taxi Monamour.
Yan bölümlerin parlayan bir diğer filmi ise ülke sinemamız adına oldukça önemli bir iş yaparak Orizzonti bölümünün Jüri Özel Ödülü’nü kazanan Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri’ydi (2024). Film, Siverek’te domates hasadında çalışan Eyüp’ün tarladaki patronu Hemme ile olan tartışması sonrasında yaşadığı günü konu alıyor. Gördüğü muameleyi kabullenemeyip bir plan yapan Eyüp’ün önüne bazı doğal engeller çıkıyor. Şehrin içinde akrabaları, dostları, motoru ve taşıdığı karpuz tarafından o köşeden bu köşeye sürüklenirken öfkesi de içinde büyümeye devam ediyor karakterin. Sınıfsal bir alt metne sahip olan, karakterinin ironisini takip eden bir sinema dili sunan filmin, en güçlü yanı ise kendini çok da ciddiye almaması kanımca. Görsel ve mizansen bağlamında her ne kadar belli başlı filmlerin ve yönetmenlerin etkisi çokça hissedilse de filmin sırtını dayadığı mizahi ruh onu benzerlerinden biraz ayırmaya yetiyor. Günün sonunda seyircisi dahil herkesi halaya çağıran film, amatör oyunculuk performanslardan, yer yer barizleşen tempo sorunlarından ve senaryosundaki aksaklıklardan adeta affını istiyor; büyük lafların altına girmemiş olmanın rahatlığıyla gülümsüyor.
Aynı bölümde yarışan ve En İyi Film ödülüne uzanan ve yönetmen koltuğunda Bogdan Muresanu’nun oturduğu The New Year That Never Came (2024) ise benzerlerini son yıllarda çokça gördüğümüz bir Rumen Yeni Dalgası filmi. Tahmin edilebileceği gibi Çavuşesku döneminde geçen filmde altı farklı karakterin kesişen hayatlarına tanık oluyoruz. Film, parçası olduğu akımın özelliklerini sonuna kadar taşısa da sahip olduğu güçlü mizah anlayışı ve çok iyi çalışılmış karakterleri ile izleyeni pişman etmeyecek cinsten. Filmin bağlandığı alternatif tarih anlatısı da onu ilginç kılan birkaç detaydan biri. Venedik’ten ve benden şimdilik bu kadar. Umarım sizlere merak ettiğiniz filmlere dair birkaç ipucu ya da keşfedebileceğiniz birkaç film sunmakta başarılı olmuşumdur. Arrivederci!