Tik tak tik tak. Tarihler 2 Şubat 1993’ü gösteriyor, saatler ise 05:59’u. Tik, takın üzerinden geçerken yeniden sıfırlanıyor ve yine aynı güne uyanıyoruz. Saat 06:00 ve biz yine 2 Şubat’tayken Tanrı yönetmen olsaydı ve kamerayı görüntü yönetmenine verseydi aynı sahneleri tekrar tekrar çektirir miydi, diye düşünmeden edemiyoruz. Yönetmen de: “Ben Tanrı olsaydım insanları aynı güne uyandırıp monotonlaştırmaz, güne yeni olaylar katardım.” diyor ve aynı sahneyi farklı şekillerde çekip Groundhog Day’i (1993) perdeye getiriyor. Bir sahneyi diğeriyle aynı kılan olguları yıkmaya çalışan yönetmen Harold Ramis’in anlatımına girmeye çalışalım. Ana karakter Phil Connors olarak aynı tarihte takılıp kalsaydım, o günü farklılaştırmak ve ondan yeni bir şeyler öğrenmek için çabalar mıydım? Böyle bir döngü gerçekten var olsaydı ve her yeni günü bir önceki günün tekrarı olarak yaşasaydık, Phil Connors gibi mi davranırdık? Groundhog Day seyirciye bunu sorgulatmak istiyor. Film, nefret ettiği bir günü tekrar tekrar yaşamak zorunda kalan Phil’in aynı gün içerisinde yaşadığı farklı deneyimlerini konu ediyor. Ancak bunu izletirken seyirciye varoluşçuluğa kadar uzanan bir sorgulama yaptırıyor.
Filmin ilk senaristi olan Danny Rubin, senaryoyu Elisabeth Kubler-Ross’un “-Ölüm ve Ölmek Üzerine-” adlı kitapta anlattığı “ölümün 5 evresi” üzerine kurmuş. Ölümün evreleri olan inkâr, öfke, pazarlık, depresyon ve ardından gelen kabullenme senaryonun iskeletini oluşturuyor. Phil’in aynı tarihe ve güne uyanmasının içinde ilerlediği bu evreler, olaylar onu olgunlaştırıyor ve bizi sinemada sıkça duyduğumuz karakterin sonsuz yolculuğuna götürüyor. Karakter önce korkuyor ve durumu anlamaya çalışıyor. Sonrasında bir çözüm bulamıyor ancak gerçekle yüzleşiyor. Bu döngünün içerisinde karşısına çıkıp duran insanların hayatlarına o kadar hâkim ki yılgın ve öfkeli bir şekilde: “Ben Bir Tanrı’yım.” diyor, ardından devam ediyor: “Kendimi öyle çok kez öldürdüm ki artık yaşıyorum sayılmaz.” Phil, bu cümleyle bize farkında olmadan benliğinden ve kişiliğinden vazgeçtiği sinyallerini veriyor. Bununla birlikte birçok dinde ve inançta yer bulan bir cümle aklımıza geliyor: “Ölmeden önce ölün.” Değişim önce ölmekle geliyor ve son durak ise ölüm. Filmin final sahnelerine doğru olan en etkili sahnelerinden birinde bu değişimi arıyoruz. Bir gece yarısı, yaşlı adam gözlerinin önünde ve ellerinin arasında ölürken Phil önce çaresizce adamın cansız bedenine, sonra da gökyüzüne bakıyor. O anda bir taraftan aslında gökyüzünde aradığı Tanrı’yla göz göze gelirken, bir taraftan da insanın en büyük korkusu olan ölüm ile yüzleşiyor ve ölümlü olduğu gerçeğini kabullenip yeniden doğuyor. “Yarın umurumda değil, şu anda mutluyum.” dediği anda ise o döngüden kurtulup “Bugün Aslında Yarın.” diyor.
Yarına geçmeden aynı günü ancak farklı olaylar üzerinden karakterin dünya üzerindeki dönüşümünü gördüğümüz ve yorumlanmaya değer kilit bir sahne var. Evreyi başlatan ve karaktere kırılma noktası yaşatan: korku ve inkâr.
Bir Sahne, 5 farklı Dönüşüm:
Phil’in aynı güne ilk uyanmasıyla yaşadığı kırılmanın üzerinden henüz çok geçmemiştir. Kırılmanın ilk etkisi olan korku hissiyle birlikte dönüşümü hissedebildiğimiz en net sahne Phil’in psikoloğa gittiği sahnedir. Bu sahne bana nedense kendinden 91 cm uzakta olan bir adamın psikoloğa gittiği sahneyi çağrıştırıyor. Skhizein (2008) isimli kısa filmin karakteri olan Henry de, meteor çarpmasıyla kendisinden tam 91 cm uzakta kalan ve yeni dünyasını bu yeni düzene göre şekillendirmesi gereken yeni bir hayata başlangıç yapar. İlk başlarda Henry’nin ruhu ile bedeni arasında bir ayrılık yaşadığını düşünüyor insan Skhizein’i izlerken. Beden orada ama ruh ona uzaktan bakıyor ve Henry’de kendisini bedene göre değil, ruha göre ayarlamak zorunda hissediyor. Zaten Skhizien, Antik Yunan dilinde “split” (bölünme, kırılma, parçalanma) ya da “cleave.” (ikiye ayrılmak) anlamına geliyor ve “schizophrenia” kelimesinin ilk yarısını oluşturuyor. Diğer yarı ise, “phren,” yani spirit (ruh). Yabancı gelmiyor değil mi? Belki Phil’e de senaryoda görmediğimiz bir meteor çarpmıştır. Skhizein’de ana karakter olan Henry’nin yaşadığı dönüşümü sorgulamak için psikoloğa gittiği gibi Phil de içinde bulunduğu durumdan kurtulmak için psikoloğa gidiyor ancak aldığı cevap net: “Bence bu alışılmadık bir sorun.” Psikologa göre ona sorununu anlatmak için gelen insanların anlattığı soyut konuların aksine, Phil’in varoluşsal bir sancıyı somut bir şekilde yaşaması bu zamana kadar görülmemiş bir sorundur. Psikologun bu durumu ‘Psikopatoloji’ olarak nitelendirmesi ve tekrar görüşmek için Yarın’ı önermesi Phil’in umutsuzluğunu iyice artırıyor çünkü Phil biliyor ki yarın yok. Bu süreçte bir çıkmaza giriyor, kendi içimizde bir sorgulama yaşıyoruz. Ruh ve beden birbiriyle uyumu yakalayamazsa bu varoluşsal sorun psikologla düzelebilecek bir şey midir?
Ruh ve beden akıllara reenkarnasyonu getiriyor. Filmin senaristi reenkarnasyona bir gönderme yapıyor olabilir mi? Reenkarnasyonu ruhsal ilkenin yeni bir bedende hayat bulması olarak tanımlarız. Ancak hiçbir zaman aynı bedende sürekli olarak canlanıp durduğumuzu düşünmeyiz. Ama Phil bunu yaşıyor ve bir gün biz de Phil olarak, Henry olarak uyanabiliriz. Ya da günden güne Phil’leşiyoruz ve bunun farkına varamıyoruz ve farkındaymış gibi yapıyoruz. Çırpındıkça daha derine ve karanlığa, sessizliğe ve yok oluşa yaklaşmamız mümkün. Phil’leşmek zorunda kalmak var sonunda, ya da Phil’leşmeyip Phil’e tıpkı psikoloğun Psikopatoloji gibi tuhaf/deli/değişik tanımlamaları ile bakmak da…
Son olarak filmin en az senaryosu kadar unutulmaz olan Phil Connors imzalı diyaloglarını da es geçemeyiz. Diyalogların içinde yönetmenin izleyiciye gönderdiği açık ve net bir mesaj daha var. Phil’in kameramanlık yapan ekip arkadaşı barda şunları söylüyor:
“İnsanlar yaptığım işi anlamıyor. Benim yaptığım aslında sanat. İnsanların çoğu sadece kamerayı tutup bir şeyi çektiğimi sanıyor. Ama ben orda çok daha fazlasını yapıyorum.”
Yönetmen gerçekten de farklı bir şey yaparak ‘Dünü Yarınlaştırıyor.’ yetmez mi?
Göksu Ertüren