Bergman sineması, kişisel bir sinemadır. Kişisel olandan yola çıkarak ölüm, yaşam, aile, ilişkiler gibi konulara odaklanır. Ingmar Bergman’ın Smultronstället (1957) filminde; Profesör Isak Borg’un çıktığı araba yolculuğu sırasında yaşadığı içsel yolculuk konu edilir. Bu yolculukta zaman doğrusal olarak ilerlerken Isak’ın rüyaları ve hatıraları ile geçmişe dönülür. Her bir rüya sahnesi Bergman’ın anlatısında birçok işleve sahiptir. Bu rüyalardan ilki, ölüm korkusu üzerinedir ve bu yazının konusudur.
Profesör Isak Borg, 1 Haziran gününün erken saatlerinde kafkaesk bir rüya görür. Harabe ve ıssız bir sokakta tek başına yürüyen Isak, gözleri olan ama akrep ve yelkovanı olmayan bir saat görür. Ardından hangi yöne gideceğini bilemez haldeyken arkası dönük bir adam belirir. Yüzünü Isak’a çevirdiği anda adamın suratının sıkıştırılmış olduğunu fark ederiz. Adam, birden yere düşer ve kanı yere saçılır. Bu sırada sürücüsüz bir cenaze arabası köşeyi döner, direğe çarpar, içindeki tabut yere düşer. Isak, merakla tabuttan sarkan ele yaklaşır. El, hareket eder ve Isak’ı tabuta çekmeye çalışır. Isak kurtulmaya çalışırken görür ki tabuttaki ceset, Isak’ın ta kendisidir. Rüya burada biter ve uykusundan uyanan Isak, kendisi için düzenlenen ödül törenine katılmak üzere yola çıkar. Bilinçdışında yani rüyada gerçekleşen bu olaylar ne anlama gelmektedir? Bergman’ın bu anlatısına yer vermeden önce kendisi hakkında bilgi edinmemiz gerekiyor.
Biyografisini anlattığı The Magic Lantern (1962) kitabında bahsettiği üzere babası bir papazdır ve çocuk yaşta yaşam, ölüm, inanç üzerine düşünmeye başlamıştır. Evde devamlı şiddet ve gergin bir atmosfer hakimdir. Babasından korkup kaçarken annesine tutunmak istermiştir. Annesinin ilgisini çekebilmek için hastalık numaraları yapan bir çocuktur. Gerçeği çarpıtmayı, kişiliğini saklayıp bambaşka bir personaya bürünmeyi küçük yaşlarda edinmiştir. Babasının hiddetinden kaçmak için yarattığı çok benlikli bu durum, Bergman’ın hem kendi yaşamı boyunca hem de sinemada sorsunsallaştırdığı bir mesele haline gelmiştir. [1]
Smultronstället filmindeki Isak karakterini Bergman’ın yaşantısından ayrı yorumlayamayız. Isak, araba yolculuğu sırasında annesini ziyaret eder ve burada annesinin soğuk, mesafeli bir kişi olduğunu anlarız. Babası da katı olarak tasvir edildiğinden sıcak bir yuvada büyümediği çıkarımını kolaylıkla yapabiliriz. Film boyunca Isak’ın kadınlarla yaşadığı duygusal ilişkiler düşünüldüğünde de hep aldatılmıştır. Filmin başında Isak, zamanla sözde ilişkilerin tümünden kendini geri çektiğini ve bu durumun onu yaşlılık günlerinde yalnızlaştırdığını dile getirir. Böylelikle mesleğine, kitaplarına yönelmiş, ömrünü böyle geçirmiştir. Isak’ın bu itirafı bana Tolstoy’un Death of Ivan Ilyich’i (1886) kitabını hatırlatır. Ivan ikiyüzlülük, yalanlar ve kavgalardan uzaklaşmak için tıpkı Isak gibi kendini işi ile var etmeye gayret gösterir. Ölüm döşeğindeyken hayatı hiç yaşamamış olmanın pişmanlığını duyar. Mutlu ve sevgi dolu anlarının yalnızca çocukluğuna ait olduğunu fark eder. Gerektiği gibi yaşayamamış olmanın sancıları içinde kıvranır. İkisi de yalnızdır, ikisi de ölüyor olmayı düşünerek “an”dan kopar.
Ölüm korkusunun anlatıldığı sahneye dönecek olursak; akrep ve yelkovanı olmayan bir saat, zamanı gösterebilir mi? Isak, artık zamanın akmadığı bir andadır. Arka fonda kalp atışının sesi yükselir ve terlediğini görürüz. Profesör Isak Borg, zamanın akmadığı bu yerden korkmaya başlar. Sürücüsüz cenaze aracının gelmesi de yine ölümün Isak’a yaklaştığının bir ifadesi olduğu açıktır. Peki ya aracı çeken atların ayak sesleri, Isak’ın tedirginliğini ve ürpertisini hissetmemize sebep olmadı mı? Hiç şüphesiz, bunda Isak Borg’u canlandıran Victor Sjöström oyunculuğu da etkilidir. Tüm bunlar olurken bir çift göz kendisini izler. Bu sekanslar, ölüm ve inanç düşüncelerinin imgeler yardımıyla bilince sızması olarak yorumlanabilir.
Yüzü sıkıştırılmış adamın varlığı da Bergman’ın “persona”lar ile olan ilişkisinin bir yansıması olarak değerlendirmemiz mümkün. Isak ve ona acı veren karakterler üzerinden modern insanın kişiliğini saklayıp bambaşka bir personaya bürünmesinin eleştirisi olarak okunabilir. Bergman biyografisinde “Gerçekten benim benliğimi mi yoksa yalancı personamı mı seviyorlar?” diye sorgular. Yine de tabuttaki cesedin onu ölüme çağırırken Isak’ın direnmesi, basit bir yok olma korkusundan ibaret değildir. Isak tıpkı Bergman gibi yaşamı boyunca yalancı personalardan acı çektiği ve gerçek sevgiyi hissetmediğinden, yaşamı tatmadan ölmekten korkar. Ta ki gelini Marieanne’den gördüğü sıcaklık ile kabul edilmenin verdiği huzur içinde uyuyana dek.
Bergman’ın hayatı hakkında: [1] C. Öktemer, (2020), Benliğini arayan bir sinematografın imgeleri: Ingmar Bergman