Haolu Wang’ın altıncı kısa metrajı The Pregnant Ground (2019), kadının erkek egemen toplumda var olabilme mücadelesine seyirciyi ortak eden psikolojik bir gerilim. Bir kadının gerek hamileyken gerekse de çocuğunu kaybettikten sonra başta en yakınındaki kişilere ve tüm eril düzene başkaldırışına odaklanan The Pregnant Ground, bambaşka pencerelerden kadının toplumdaki mücadelesine bakmamıza ön ayak oluyor. Wang, tüm bunları kimi zaman seslerden kimi zaman metaforlardan kimi zaman da masallardan yola çıkarak yapıyor.
Wang, kendi deneyimlerinden yola çıkarak kaleme aldığı senaryoyu, oldukça gerilim yüklü bir dünya yaratarak aktarıyor. Çocuğunu henüz doğurmadan kaybeden bir annenin bu tekinsiz dünyada kendi yaralarını sararak iyileşmesine ortak oluyoruz. Lakin bu ortaklık yer yer oldukça zorlu ve rahatsız edici olabiliyor.
Benim Bedenim Benim Kararım
Film, hamile bir kadının kocası tarafından isteği dışında bir şey yapmaya zorlanmasıyla başlıyor. Erkeğin müdahaleleri her ne kadar makul gibi gözükse de kadının açısından bakıldığında oldukça rahatsız edici bir tabloya dönüşüyor. Zira erkek, suyun içerisindeki karısına adeta fiziksel bir güç kullanıyor. Wang, bu anları suyun içerisine indirdiği kamerasıyla seyirciye açık ediyor. Ki Wang, bu sahnede olduğu gibi filmin birçok noktasında odaklanması beklenilen yerlerden bambaşka noktalara kamerasını çeviriyor. Bu meraklı kamera sayesinde tanık olduğumuz anları pekâlâ kadının bedenine, bedeninin özgür bir şekilde hareket etmesine bir müdahale olarak okumak mümkündür. Ayrıca erkeğin kadın için endişe etmediğini, tek derdinin kadının bedeninin içerisinde büyümekte olan bebek olduğu çok net anlaşılmaktadır. İşte bu nedenle hamile kadın, adeta bir taşıyıcı muamelesi görmektedir.
Bu anlamda Margaret Atwood’un Damızlık Kızın Öyküsü* eserindeki dünyanın aslında yaşadığımız evrenden çok da uzak olmadığını düşünebiliriz. Doğurgan olan kadınların rahminin adeta makine gibi kullanılması her ne kadar çok ütopik gelse de patriyarkal düzenin mantığı hep bu minvalde işler. Kadın, domestik alana hapsedilmesi gereken ve aslında erkeğin malı olan çocuğa taşıyıcılık ve bakıcılık yapan vasıfsız bireyler olarak görülmektedir. Ki hayvan endüstrisini yaratan da yine aynı eril düzendir. Doğurgan ineklerin veya koyunların tek işlevi yeni yavrular doğurarak süt endüstrisine hizmet etmektir. Mevzu gerek dişi gerek kadın gerekse de eril olmayan diğer bireyler olsun. Sonuç değişmez. Kadınlar ataerkil annelere, inekler süt makinelerine dönüştürüldü.**
Fakat filmdeki kadın, vücudunun adeta bir kamu malıymışçasına sahiplenilmesine sert bir tepki verir. Lakin ne yazık ki eril tahakküm hamlesini yapmış ve kadının vücut bütünlüğüne darbeyi indirmiştir. Kadın bedeninin bir parçası olan bebeği kaybeder. Bu kayıp ardından ise sadece kocanın, erkin değil çemberin daha dışındakilerin de yaşananlara müdahil olduğunu görürüz. Eril düzen iç içe girmiş çemberler halinde adeta sarmal bir sitem geliştirmiştir. Çemberin en içinden en dışına doğru duvarlarını sağlam bir şekilde örmüştür. Üstelik bu sarmal düzenin içerisinde her ne kadar kadın olsalar da eril düzene isteyerek ya da istemeyerek hizmet edenler de vardır. Kayınvalide ya da anne, filmde karşımıza erk ile birlikte saf tutmuş bireyler olarak çıkarlar. Herkesin kafasında asıl suçlunun anne adayı olduğu nettir. Kimse bir başkasının suçlu olacağını ya da ortada bir suçlunun olmasına gerek olmadığını düşünmez bile. Öyle ki kadın da tüm bu çemberin ortasında işaret edilen birey olarak kendini suçlu görür. Ve bu suçluluk duygusuyla baş edebilmek için bilinçaltında bambaşka bir dünyaya geçer.
Bu yoğun baskı karşısında kadın, kendini gerçek dünyadan soyutlar ve tahayyül dünyasına sürüklenir. Bu tahayyülde ise yer hamiledir. Ne var ki kadının hamileliğine yapılan müdahaleler bu kez de yerin hamileliğine yapılır. Bir erkek güruhu (Burada işçiler olarak karşımıza çıkar.) hamileliğe pervasızca müdahale eder. Son tahlilde hamilelik, eril düzen tarafından her daim baskı altında tutulan, müdahale edilen, zarar verilen bir konumdadır.
Arzum Yaşamı Seçti
Kadın bu tahayyül dünyasında en son kendini kafasında yarattığı delikten aşağıya bırakır. Üstelik bu aşağıya doğru sürükleniş oldukça uzun bir rota izler. Adeta Alice Harikalar Diyarı’daki*** Alice’in tavşan deliğinden aşağıya sürüklenmesi gibidir. Aslında Alice de gerçek dünyadaki baskılardan kaçmak adına kendini delikten aşağı bırakır. Alice, bu yeraltı dünyasında aklı, cesareti, atılganlığı ve yaratıcılığıyla hayatta kalır. Alice, daha da güçlenerek var eder kendini. Ve büyümüş, bambaşka bir insan olmuş olarak çıkar tekrar yeryüzüne.
Filmdeki karakterimiz de tahayyül ettiği dünyada korkusuzca acılarıyla yüzleşir. Ana rahmine yani kendini en güvenli hissettiği yere ulaşır. Son zamanlarda hayatından çekilip çıkan suya kavuşur. Üstelik tıpkı Alice gibi o sıvıyı kendi öz benliğiyle yaratır; yaşadığı tüm acılar karşısında ilk kez gözyaşlarını salıverir. Kadın kendine yarattığı güvenli alandaki sıvıyı tekrar kendinden yaratır. Ve o güvenli sıvının içinden yeniden doğar. Ama o su aynı zamanda da bebeğinin ölümüne ev sahipliği yapmıştır. Bu anlamda rahmin ve dolayısıyla suyun hem doğumu hem de ölümü karşılaması gibi bir durum vardır. Wang, bir söyleşide şöyle der: “Su bilinçaltı gibidir. Şekilsiz olduğu için her yere sızar. Durduramazsın. Seni hem besler hem de boğar.”
Hayattaki en güvenli alan diyebileceğimiz rahim içindeki su, kimi zaman bir bebeğin ölümüne kimi zamansa bir bebeğin doğumuna neden olur. Annenin vajinasından gelen sıvı yeni bir hayatın müjdecisiyken bazen de o sıvı, hayata tutunamayan bebeğin ölümüne ev sahipliği yapabilmektedir. Xiao An’in rahmindeki sıvı bebeğin ölümüne ev sahipliği yaparken aynı zamanda havuz içindeki su da annenin ruhi ölümüne ev sahipliği yapar. Fakat Xiao’nun bilincinde yarattığı rahimde gözyaşlarıyla oluşturduğu su onun tekrar doğumunu yani yaşamayı seçmesini sağlar. Kadın çemberin dışındakiler tarafından ona empoze edilen suçluluk duygusundan kurtularak yaşamı seçer.
Jane Campion’un The Piano (1993), isimli filminin final sahnesini akla getiren bu yeniden doğuş anı, akıllara Ada karakterinin suyun üzerine çıktığında söylediği sözleri getirir. Ada, “ Arzum yaşamı seçti.” der. Xiao da Ada da eril düzenin kurduğu ve tahakkümünde bulundurduğu dünyadan kaçmak yerine her şeye rağmen yaşamayı, yaşatmayı ve mücadele etmeyi seçer.
Sesime Gel
Filmin birçok başyapıt ile akrabalığının yanında bir diğer güçlü yanı ise ses kurgusudur. Diyalogların çok arka planda olduğu filmde sesler oldukça ön plandadır. Doktorun babaya bebeğin kaybını anlatırkenki konuşmaları çok arka perdeden verilirken film boyunca duyduğumuz rahim içi, yol çalışması, su, oyuncak, vantilatör sesi adeta hikâyeden ve oyunculuklardan bile rol çalmaktadır. Tabii her bir sesin ayrı ayrı rolleri olduğu da görülmektedir.
Örneğin yol yapım çalışmasından gelen ses, Xiao’u fazlasıyla rahatsız etmektedir. Ne zaman bu sesi duysa kulaklarını kapamaktadır. Zira bu ses erkin her şeye müdahil olmasının, kadını her anlamda köşeye sıkıştırmasının temsilidir. Fakat oyuncak sesi, Xiao’u çocukluğuna ve sürecin sonunda da ana rahmine kadar götüren bir öneme sahiptir. Xiao, o tanıdık ses sayesinde yeniden doğuma giden yolu bulmuştur. Oyuncaktaki melodi, annesinin ona çocukken söylediği ninniyi, ninni de annesini, ana rahmini akla getirir.
Kan ve Su
Su sesi ise yine rahim içine bir göndermedir. Xiao, bu sesleri her duyduğunda kaybolan su dolayısıyla bir tedirginlik yaşamaktadır. Zira suyun hayatından çekilmesi ona ölümü hatırlatır. Zaten suyun geri dönüşü ile birlikte tekrar yaşama döner.
Filmde yaşamı çağrıştıran suyun yanında ölümü kan temsil etmektedir. Bu ikili sürekli birbiriyle iç içe girer. Ki zaten filmin posterinde de suyun içine yayılan kanın görüntüsü vardır. Keza Xiao’nun hayatından suyun çekilmesi sürecinde (Gerçek anlamda da evde sular kesiktir. Muhtemelen yol yapım çalışması esnasında kesilmiştir.) musluktan kan aktığını görür. Zira suyun olmaması ölümü, ölüm de kanı akla getirir. Fakat Xiao’nun kendini affederek yeniden yaşamı seçmesi sonucunda kuruyan ya da kan akıtan musluklardan tekrar berraklığıyla göz dolduran suyun aktığını görürüz. Gerek havuzun içerisinde kan ile kirlenen suyun gerekse de musluklardaki suyun temizlendiğine, yepyeni bir hayatın tohumlarının atıldığına ikna oluruz böylece.
Kadın, sadece kendini iyileştirmekle kalmaz aynı zamanda tüm su şebekesi aracılığıyla hayatın da temizlenmesine vesile olur. Bu anlamda filmin oldukça olumlu bir yerden seyirciye veda ettiği söylenilebilir.
The Pregnant Ground, Fil’m Hafızası’nın “Cenk Ertürk ile Keşfetmenin Keyfi” etkinliğinde sanatseverlerle buluşma olanağı yakalamıştır. Filmi buradan izleyebilirsiniz.
*Damızlık Kızın Öyküsü, Margaret Atwood’un bir romanıdır. Atwood, bu romanı Batı Berlin ve Alabama’da 1980’lerin ortalarında yazmıştır ve roman 1985’te basılmıştır. Atwood romanında distopyanın güçlü feminist yönünü göstermiştir. Romanında kadın haklarının bugünkü halinin tersine döndüğünde çıkacak sonucu incelemiştir.
**Carol J. Adams’ın “Ne Adam Ne Hayvan: Feminizm ve Hayvanların Savunulması” isimli kitabından.
**1865 yılında yayınlanan Lewis Carroll’un kaleme aldığı fantastik romandır. Her ne kadar çocuk edebiyatı içerisinde anılsa da daha çok yetişkinlere hitap eden bir dünyası vardır.