2021 yılından benimle kalan, etkilendiğim filmleri derlemeye çalıştım. Keyifli izlemeler.
The Souvenir Part II (Yön. Joanna Hogg, İngiltere)
The Souvenir Part II’yi ilk film The Souvenir (2019)’dan ayrı düşünebilmek pek mümkün değil. Bunda ilk filmin kaldığı yerden sanki hiç ara girmemiş gibi devam etmesinin payı büyük. Ancak bir diğer etken de ilk filmde yakalanan duygu ve etkileşimi aynen devam ettiriyor olması. Hogg’un sinemada bir seri olarak planladığı bu iki parçayı aynı istikrar ile ekrana taşıyabilmiş olması çok nadir rastladığımız bir yönetmen özelliği. Kendi gençliğinde -bir sinemacı olmak isterken- sanatın evrensel mi yoksa kişisel mi olması gerektiği sorusunun önemsizliğini korkusuzca keşfeden Hogg, bu yolculuğa bizleri de ortak eder. Honor Swinton Byrne, kırılganlığı, zarifliği ve insanın kendi hayatındaki hikâye anlatıcılığı rolünü bütün katmanlarıyla yansıtır. The Souvenir Part II, sanatçılığın Londra’da ufacık bir dairenin bir köşesinde unutulmuş aynasıdır. Müziği kendine has kullanış biçimiyle de seyirciyi adeta pencereden sallandırır.
Petite Maman (Yön. Céline Sciamma, Fransa)
Petite Maman mutlu yasın filmidir. Çocukken bilinçsizce yaşadığımız ve yine hiç farkında olmadan kaybettiğimiz sahipliklere ve duygulara yazılmış bir ağıttır. Petite Maman’da ön planda bulunan ve ustaca işlenmiş birçok katman var. Ancak Sciamma’nın bu film ile asıl yaptığı, kendi kişisel yönetmen dilini ve imzasını pekiştirmiş ve cilalamış olmasıdır. Yoğun övgüyle karşılaşmış önceki filmi Portrait of a Lady on Fire (2019) ile bir filmin yaygın dramatize etme yollarına başvurmadan da dramatik olabileceğini hepimize göstermişti. Bunu da mimiklerin diyaloğu ile yapmıştı. Petite Maman ise bu tekniğin bir laboratuvar deneyine dönüştürülmüş hali. Hiç tecrübe ve eğitimi olmayan çocuk oyuncuları kullanarak bu tekniği uygulaması ve ortaya yine hikâye olarak son derece basit ancak dramatik bir film çıkarmış olmasının eşi benzeri yok. Sciamma sineması uykulu bir bakışın, kahvaltı masasında lüzumsuz bir oyalanmanın ve sazlıklarda atılan masum adımların bin diyaloğa ve kelimeye bedel olduğu bir yaratımdır.
Wheel of Fortune and Fantasy (Yön. Ryusuke Hamaguchi, Japonya)
Aslında bu listeye yine bu sene vizyona giren ve yine Hamaguchi imzası taşıyan Drive My Car (2021) filmini taşımak isterdim. Drive My Car başarısıyla dünya çapında ün kazandı ve önümüzdeki ay Oscar ödüllerinde de yarışacak. Ancak aynı sene içerisinde iki büyük prodüksiyonunu piyasaya sürmek bir yönetmenden genelde görmediğimiz bir eylem. Daha da nadir olan ise, iki yapımın da kalite olarak en üst seviyede olması. Wheel of Fortune and Fantasy şimdiden Hamaguchi filmografisinin üvey evladı olmuş olsa da, Japon sinema külliyatının romantik ve nostaljik temsilciliğini yapar. Filmin üç kısa filmden -daha çok parçadan- oluşması ve bu üç kısa filmin -özde bağlantılı olmamalarına rağmen- aynı insanın zihninden tarifi imkânsız benzer hislerle tasvir edilmiş olması, Akira Kurosawa’nin Dreams (1990) filmine bir saygı duruşudur. Hayatta ne ile uğraşıyor olursak olalım, etkileşim içerisinde olduğumuz insanları bazen günlerce, bazen yıllarca aklımızdan çıkarmayız. Zihnimizi odaklasak çaresini bulamayacağımız kimi çatışmaların çözümünü, hayatın akışı içerisinde bilinçsizce bulmaya çalışırız. Wheel of Fortune and Fantasy, işte bu insanların kolektif hülyalarıdır.
What Do We See When We Look at the Sky? (Yön. Alexandre Koberidze, Gürcistan)
Yeni donem Gürcü sinemasında söylemlerini sağlam zeminlerde kuran oldukça yetenekli yönetmenler var. Alex Koberidze de bunlardan bir tanesi. Hikâyesi masalsı ve şiirsel olsa da bir o kadar hayatın içinden ve rahatlıkla empati duyabileceğimiz duygular üzerinden oluşturuyor söylemini. Futbol Dünya Kupası oynandığı esnada yazlık bir kasaba olan Kutaisi’de iki âşık, bir sabah farklı görünüşlere uyanmaları sonucu birbirlerini tanıyamazlar. Öylece birbirlerini tanımadan ama kadar rastlantıları sonucu sürekli yan yana olarak günlerini geçirirler. Çocukluğunda ve hatta gençliğinde futbol izlemiş insanlar bilirler ki, önemli maçları türlü imkânsızlıklar içerisinde küçücük ekranlardan kolektif olarak izlemenin heyecanı unutulmazdır. Sinema filmleri salonda izlenmek üzere yazıldığı gibi, futbol da birlikte izlemek ve eylemin öncesinde ve sonrasında yok olacak duyguları o anda yaşamaktır. Birbirlerini tanımadan yan yana duran ve bu anlardan keyif alan âşıklar için de aynı duygu geçerlidir. Bilinçsiz birlikteliğin mutluluğu gündeliğin detaylarında saklıdır. Futbolcu Lionel Messi her gol attığında ellerini havaya diker ve gökyüzüne bakar. Gökyüzünde ne vardır ki sürekli oraya bakmaktadır? Önemli olan ne olduğu değil, bizim ne görmek istediğimizdir. Bulutsuz bir gökyüzüne bakmak zaten başlı başına güzeldir.
Bad Luck Banging or Loony Porn (Yön. Radu Jude, Romanya)
Politik söylemi bir porno film kaseti üzerinden kurmak ve bunu da korkusuzca ekranda göstermek, söylemin altının ve üstünün çok iyi doldurulmasını gerektirir. Hali hazırda rahatsız olmuş ve savunmasız bırakılmış seyirciyi o anda öyle manipüle etmelisiniz ki, dönüp rahatsızlığı üzerine düşünüp estetik argüman oluşturacak vakti bulamasın. Radu Jude bu filmiyle işte bu manipülatif ve provokatif anti-kapitalist söylemi kusursuzca yaratmıştır. Rumen toplumunun -belki de Balkan toplumlarının geneline yönelik- kapitalist konjonktürdeki çaresiz çırpınışları kapkara bir mizah ve cesurca yapılmış montaj-imge ile karşı tarafa geçirilir. Peki bu geçiş eğer film -tamamını izlediğimiz- bir porno kaseti ile açılmamış olsaydı başarılabilir miydi; pek sanmıyorum. Film, 71. Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı ödülünü kazanarak bu ödülü son dokuz yılda kazanan üçüncü Rumen film olmuştur. Film hakkında daha detaylı bir izlenime buradan ulaşabilirsiniz.
À l’abordage (Yön. Guillaume Brac, Fransa)
Fransız Yeni Dalga akımının parçası olan Éric Rohmer meslektaşlarından hep farklı bir yerde durmuştur. Sinemada yakalaması belki de en zor duygu olan samimiyeti yakalamıştır. Özellikle sinema gibi yönetime performansının iletişim için kilit olduğu bir sanatta çoğu zaman yönetmenin seyirciye yukarıdan bakması kaçınılmazdır. Uzun süre modern sinemada Rohmer’nin temsilciliğini yapan bir yönetmen gördüğümü hatırlamıyorum, ta ki kısa bir süre önce Guillaume Brac’in kısa filmi Un monde sans femmes (2011) filmini görene kadar. Atmosferi ile Rohmer’nin oldukça başarılı bir taklidi olması bir yana, ele aldığı toplumsal meseleleri Rohmer’den daha doğrucu ve adaletli değerlendirmesiyle dikkatimi çekmişti. Bu yıl gösterime giren uzun metrajı À l’abordage ise beklentilerimi boşa çıkarmayan ve nerede durduğunun son derece farkında bir film. Fransa’da gençliğin hayata dair bakışlarını ve onunla olan çatışmalarını -tıpkı Rohmer’nin yaptığı gibi- bir yaz tatilinde güneşin altında özgün ve dürüst bir dille anlatması, Brac’i uzun sure sahipsiz kalmış tahtın sahibi yapıyor. En çok sevişmesini istediğimiz iki karakter nihayet sevişiyor ve bu hiçbir anlam ifade etmiyor. Paspal bir karaoke barda Christophe’un Aline parçasının detone olarak söylendiğini duyduğum zaman ise, yüzümde beliren gülümsemeye engel olamadım.
Mass (Yön. Fran Kranz, Amerika Birleşik Devletleri)
Mass, daha önce birçok filmde yan ve başrollerde yer almış Fran Kanz’in ilk filmi. İlk filmini bir tek mekân filmi yaparak ve dört tane -bu performanslarından önce- ortalama olarak değerlendireceğimiz oyuncular ile çalışarak büyük bir risk alıyor. Ancak aldığı bütün bu riskler meyvelerini fazlasıyla veriyor. Sarsıcı bir senaryo ve rollerini adeta yaşayan oyuncular ile bu tek mekân filmini sanki o mekândaymışçasına yaşıyoruz. Özellikle 2000’li yıllarda okul katliamları ABD’nin ne yazık ki en büyük problemlerinden biri. Medyanın da bu katliamların sivil kökenli sorunlara işaret ettiğinin ortaya çıkması korkusuyla üç maymunu oynaması bu meselenin sanatın konusu olmasına zemin hazırlamış olmalı. Bu denli ağır bir trajedinin, yersiz drama ve klişeler ile sulandırılmadan ağırlığını sonuna kadar koruması karşısında nutkunuzun tutulmaması işten bile değil. Reed Burney, Ann Dowd, Jason Isaacs ve Martha Plimpton performanslarının ödül sezonunda nasıl es geçildiğinin ise -benim gözümde- izahı yok.
The Humans (Yön.Stephen Karam, Amerika Birleşik Devletleri)
The Humans da bu seneki bir diğer tek mekân Amerikan filmi. Tiyatro yazarlığı arka planından gelen Stephen Karam’ın ise ilk filmi. The Humans, Karam’ın 2012 ve 2016’da Pulitzer Ödülü yarışında finale erişen oyununun kendisi tarafından ekrana uyarlanmış filmi. Ağır, ancak fazlasıyla teatral ve kendini belli eden tarzıyla The Humans, insanoğlunun ne kadar korkunç bir tür olduğunun timsali. Film boyunca sanki o rutubetli evde hayaletler dolaşmakta ve ruhlar birer birer söz alarak konuşmaktadır. Amerikan kültürünün önemli bir parçası olan Şükran Günü yemeğini kullanarak bütün bir aile kurumunu alaşağı etmek cesur bir hareket. Tek bir mekânda -dört duvar arasında- yalnızca yukarı-aşağı ve sağ-sol pan yaparak bu kadar inanılmaz bir görüntü yönetimi çıkması ise takdire şayan. Karam’in belli ki bugünün dünyasında sorgusuzca kabullendiğimiz kimi davranışların garipliği ve bu psikolojik gerçekliğin kutunun dışındaki canavarlığı ile bir derdi var. Umarım sinemadaki yönetmenlik yolculuğu uzun soluklu olur.