59. Antalya Altın Portakal Film Festivali 1 Ekim akşamı açılış töreniyle başladı. Festivalin son iki yılı pandeminin gölgesinde geçerken bir taraftan da Ahmet Boyacıoğlu ve ekibi “öze dönüş” sloganıyla festivalin köklerine ulaşmaya çalışıyorlardı. Dolayısıyla, salgının artık neredeyse hayatımızdan çıkmış olması ve festivalin değişen vizyonunun sonuçlarını görmek adına bu yılın kritik bir önemi var. Buna ek olarak Ulusal Uzun Metraj Yarışması’nın kağıt üstünde güçlü bir seçki sunması da beklentileri artıran bir başka faktör oldu. Hal böyleyken nasıl bir festival geçireceğimiz, daha da önemlisi ne derece tatmin edici filmler izleyeceğimiz şu an hâlâ bizler için merak konusu. Ekim normallerinin üstünde sıcaklığı, Mustafa Sandal’ın açılış konseri ve yıllar sonra kavuşulan kortejiyle siyasi aktörlerin suflörsüz doğaçla(yama)ma alanı 59. Antalya Altın Portakal Film Festivali başladı!
Sektörün şimdisine ve geleceğine bir bakış için en doğru adreslerden olan Altın Portakal, bünyesine kattığı yeni yarışmalar ve organizasyonlarla da kapsamını genişletmeye yönelik sürekli adımların atıldığı bir festival halini aldı. Bu yıl ilk defa verilen Edebiyat Uyarlaması Senaryo Yarışması ile sinema ve edebiyatın buluşmalarının artırılması hedeflenirken Yeni Nesil Sinema Okulu ile festivalin gençlere yönelik eğitim faaliyetlerine pratik bir yaklaşım getirildi. Öte yandan pandemi yıllarında nicelik bakımından oldukça düşen film sayısı bu sene eski seviyesine de ulaşmış görünüyor. Artık gelenekleşen Yıldızların Altında gösterimlerinin yanı sıra çeşitli sinema salonları da bu sene gösterimlere ev sahipliği yapıyor. Tüm bu adımların ve genişlemelerin bizlere en büyük etkisi ise bir şekilde salgını geride bırakmış olma duygusu oluyor. Fakat bu değişimlerin ışığında bizi sakinleştiren, yerimizi bildiren ve festivale dair beklentilerimizi düşüren unsur ilk gün izlediğimiz yerli sinemamızın nadide (!) örnekleri oldu.
Bir Umut
Mavi Bisiklet ile birçok festivalde yer alan ve 53. Antalya Uluslararası Film Festivali’nde ödüllere boğulmuş bir ilk filme imza atmış Ümit Köreken’in yıllar sonra Antalya’ya döndüğü uzun metrajı Bir Umut, festivalde gösterimi yapılan ilk Ulusal Uzun Metraj Yarışması filmi oldu. Sinema filmlerinde rol almak isteyen bir oyuncu olan Umut ve tiyatro yönetmeni eşi Asiye’yi odağına alan film bir aile tragedyası olarak seyirciye hesaplaşmalar ve geçmişin yüklerini sırtından atamamış karakterler sunuyor. Babasını erken yaşta kaybeden ve annesinin de onu terk etmesiyle dayısının yanına, Bursa’ya yerleşen Umut sıkça karşılaştığımız bir büyüyememiş erkek karakter aslında. Asiye ile mutlu bir birliktelik ve klasik bir orta sınıf hayatı yaşayan Umut’un çatışmalarını ateşleyen olay ise annesinin MS hastalığı sebebiyle ona bakmak zorunda kalacağını öğrendiği telefon konuşması oluyor. Bu noktada geçmişin süngerleri yerinden oynatılıyor, anne ile olan hesaplaşma Asiye ile olan ilişkiye de eklemleniyor ve karakterimiz bir anda travmalarının, içe atılanların patlayışlarının ortasında buluyor kendini.
Bir Umut anlatısını bir kaybeden karakter üzerine kuruyor. Umut’un hesaplaşma sürecinde yaşadığı dilemmaları ve o büyüyememiş karakterinin bu ikilemlere tepkilerini kamera an be an takip ediyor. Mevcut sorunlarının kaynaklarından biri olarak gördüğü annesine travmalarını kusuyor Umut. Psikolojisinin belki de filmin asıl ana karakteri olduğu bu anlatıda Asiye de bazen bizzat orda olarak, bazen de görünmeden yaptıklarıyla Umut’un dünyasını şekillendiren ana aktörlerin başında geliyor. Köreken, artıları ve eksileri ile loser karakterini seyircinin kucağına bırakmayı başarıyor. Sinemamızdaki erkek karakterlerin genel halinden çok uzak olmasa da özellikle Asiye ile olan çatışması fena kurulmamış Umut, bir noktadan sonra yakın planların odağından hiç çıkmıyor. Fakat bunlar filmin ilginç ve dünyasına kapılanacak bir hal almasına yetmiyor. Özellikle bildiğimiz hikayeler olağan sıradanlığıyla perdede yer bulunca seyirci filmin önüne geçiyor ve uzaklaşıyor. Filmin yer yer karakterine yaklaşımı da öyle bir hal alıyor ki onu batırdıkça batırıyor, haklı buluyor ve seyirciyi de bu acıma haline itmeye çalışıyor. Özellikle ikinci yarısında bu döngüye kendini kaptıran film, omuz kameralı uzun planlar ile travmanın kendisinden çok etkisine odaklanıyor. Bunu yaparken en büyük sorunu olan ritim problemi iyice kendine yer buluyor. Film, karakteri ile beraber oradan oraya sürüklenirken zaman algısını kaybediyor, uzun takip sekanslarının tekrar tekrar aynı duyguyu yaratmaya çalışma çabası ise filmden uzaklaştıran ana faktör oluyor.
Yakın planlar ve omuz kamerasıyla bir karakter filmi olmaya çalışsa da bu sinema dilini filmin tamamına yayamadığı için karaktere karşı pür bir özdeşlik de ne yazık ki kuramıyoruz. Olumsuz olarak bahsedebileceğimiz tüm bu gerekçelere rağmen filmi sonuna kadar taşıyan ve yükselten en önemli unsur oyunculuk performansları oluyor. Umut ve Asiye’yi canlandıran Baran Şükrü Babacan ve Eylem Yıldız’ın incelikli oyunculukları filme dair görüşleri yerinden oynatabilecek cinsten. Özellikle film boyunca neredeyse her saniyede çerçeve içinde olan başrol Baran Şükrü Babacan şimdiden En İyi Erkek Oyuncu Ödülü için favoriler arasına girmiş gibi görünüyor. İhtişama kaçmayan ve yüksek anlarda bile kontrolü kaybetmeyen dengeli performanslar, filmin metninin de onları desteklediği noktalarda oldukça akılda kalıcı sahnelerin ortaya çıkmasına sebep oluyor. Bunu da tabii oyuncuların yanında yönetmen Ümit Köreken’e de yazmak gerekiyor. Tüm artıları ve eksileriyle festival seçkisinde olmayı hak ettiğini rahatlıkla söyleyebileceğimiz, fakat nitelik açısından kurak sinemamızda bir vaha da olmayan bir film Bir Umut.
Hara
Festivalin tanıdık yüzlerinden Atalay Taşdiken’in son filmi Hara da bu sene Ulusal Uzun Metraj Yarışma filmlerindendi. Bir önceki filmi Kar Kırmızı ile de Antalya’ya gelmiş fakat film o yıl seçkinin en zayıf filmlerinden biri olarak gösterilmişti. Hara’da ise sahibinin ölümünün ardından satılma sürecine giren bir at çiftliğinin sakinleri üzerinden aile ve sevgi gibi temalar üzerinden söz söylemeye çalışan Taşdiken, çizgisini bozmuyor ve ortaya nereden tutsanız elinizde kalan, festival kodlarına aykırı olmaya çalışıp sinemaya aykırılaşan ve bunları yaparken komedik derecede kendini ciddiye alan tuhaf bir deneme çıkarıyor. Ana akım televizyon dizilerinde bile yıllar önce tüketilmiş ve çok bilinen bir hikayenin en yüzeysel halinin bir beyaz perde uyarlaması var karşımızda. Film, çiftliğin veterinerinin 13 yaşındaki kızı Beste üzerinden ilerlemeye çalışıyor. Küçüklüğünden itibaren ona arkadaş olmuş Turagay isimli atın satılması ve bu süreçte anne ve babasının ayrılması filmin temel çatışmalarını oluşturuyor. Lakin, film hem metin olarak hem de görsel-işitsel düzlemde öylesine alelade ve bayağı ki hiçbir noktada seyirci ile ilişki kuramıyor. Devamlılıktan sese, diyaloglardan oyunculuklara sinemanın bütün temel unsurları öylesine vasat altı ki film hiçbir noktada ciddiye alınamıyor. En acısı ise tüm bunları yaparken filmin kendini ciddiye alması oluyor.
Bu tarz bir işte filmin farklı yönlerini ayrı ayrı ele almaktansa bütünsel bir kötülüğün olduğunu vurgulamak filmi izlemeyenler için de daha oturaklı bir anlatım sunacaktır. Eğer karşımızda gerçekten elle tutabileceğimiz birkaç unsur olsa ve yönetmenin açıklamaları da tamamıyla bu doğrultuya otursaydı, festival filmleri mantığına karşı yapılmış bir başkaldırı, manifesto ya da trolleme olarak ele alabilirdik filmi. Sanki ortaya çıkan sonuçtan sonra böyle bir duruşa evriltilmeye çalışan bir film Hara. Metnin zayıflığı bir kenara, reklam filmleri estetiğinden başka bir şey sunmayan ve televizyonun dahi artık kullanmadığı bir görsel dil filmin tamamına hakim durumda. Üç yüzden fazla reklam filmi yönetmiş Taşdiken’in bir mesleki dezanformasyon sorunu mu yaşadığı yoksa bilinçli bir tercih mi bilinmez ama mizansen noktasında bu denli zayıf bir filme dair en çok düşündüren kısım seçkide kendine yer bulma süreci oldu. Seçkiye alınmayan diğer filmlerin hangi noktada bu filmden geri kaldığı ve böyle bir şeyin mümkün olup olmadığı Hara’dan akıllarda kalan tek soru. Dolayısıyla yarışmaya böyle bir filmi izleyerek başlamak şüphesiz kalan sekiz film için büyük bir avantaj. Çünkü elimizde Vavien olmaya çalışırken revize istenecek reklam filmi olmaya aday bir eser var.
Kısalar
Kısa filmleri toplu bir şekilde ayrı bir başlık altında konuşmak günümüzde metrajlar arası hiyerarşi kurmak bu kadar kaçınılan bir durum halini almışken bence de biraz problemli. Fakat izlediğim altı kısa filmi ayrı ayrı masaya yatırmak festival yoğunluğu sırasında bir hayli zor olurdu. Öte taraftan altı filmin de birçok açıdan ortak problemleri olması ve öne çıktıkları tarafın da benzeşmesi filmleri bu şekilde ele almaya müsait bir alan tanıyor. Kısalar-1 ve Kısalar-2 olmak üzere ikiye ayrılan seçkiden henüz Kısalar-1’i izleyebildik. Festivallerde kısa filmlerin ardı ardına gösterilmesi seyircilere gerçekliklerin iç içe girdiği tuhaf bir deneyim yaşatırken bir taraftan da bu filmlerin gösterimleri için başka bir yöntem malesef üretilemiyor. Kısalar-1 seçkisindeki altı film bize Türkiye’nin farklı coğrafyalarından sınıf hikayeleri, ülkenin kemikleşen sorunlarını odaklarına alan ve alegorisi bol anlatılar sundu.
Kasım Ördek’in yönetmenliğini yaptığı Birlikte,Yalnız seçkinin ilk filmiydi. Açılışı ile büyük bir heyecan yaratan, kalburüstü performanslarıyla bir arabanın içinde devinimi bol ve yakın planlarla karakter odaklı bir hikaye sunan film malesef arabadan çıkınca çekiciliğini kaybediyor. Toplumsal cinsiyet rollerine dair oldukça bayağı ve beylik bir önerme ile sonuçlanan ve metnin bir noktadan sonra oldukça zayıflığını hissettirmesi filmi aşağıya doğru inen bir grafik ile takip etmemize yol açıyor. En olumlu taraf ise Kasım Ördek’in iyi kotardığı rejisi olarak akılda kalıyor. Yılmaz Özdil’in yönetmen koltuğunda oturduğu Aforoz ise yönetmenin de söyleşide kendisinin bahsettiği gibi az zamanda büyük soruların peşinde koşan, çok konuşan ve bir uzun metrajın kısaltılmış hali olduğu açık olan bir film. Fakat senaryo düzlemindeki yaratıcı buluşlar ve sırtını yaslamamasına rağmen güçlü görsel dünyası filmi öne çıkaran unsurlar. Bugün Değil ise bir sınıf hikayesi üzerine kurulu olan ve ele aldığı iki farklı dünya üzerinde bir bütünlük arz etmemesiyle oldukça tuhaf bir sinema dilini kendine yol seçmiş bir film. Yan hikayelerin kapılarının sürekli açılıp kapanması, seyirciye alan açayım derken senaryo boşluklarını hissettirmesi filmin eksik yönleri olsa da seçkide eğreti durmayan ve oyunculuk noktasında gayet tatmin eden bir film oldu.
Kısalar-1’in en öne çıkan filmi bir Hakan Bıçakçı uyarlaması olan Ben Tek Siz Hepiniz oldu. Bunun temel sebebi ise diğer filmlerin aksine kendini çok da ciddiye almadan, büyük laflar etmeye çalışmadan klasik bir kısa film denemesi olması belki de. Bir fikrin etrafında dönse de tamamıyla o fikre yaslanmaması filmin en büyük başarısı. İyi bir izleme deneyimi sunsa da akılda kalıcılık noktasında ne kadar başarılı olduğu şüpheli olsa da böyle bir çabasının olduğu da filmin hissettirdiği bir duygu değil. Diğer filmlerin arasında bir nefes aldırsa da ardından gelen yönetmenliğini Turan Haste’nin yaptığı Rutubet seçkide iddiasının en altında kalan film oldu kanımca. Artık sinemamızın birbirine benzeyen köy okulu atmosferlerinin iyi kotarılmış bir hali ile açılan film meselesini seyircide boşluklar bırakarak, altını çizmeyerek ve incelikle yapmaya çalışsa da bu çok planlı ve hesaplanmış bir perspektiften yapınca ortaya çok yapay bir duygu kalıyor, görsel dilin altı doldurulamıyor. Seçkinin son filmi olan Suyu Bulandıran Kız ise yönetmenin kişisel hikayesini ve köklerine olan yolculuğunu iddiasız, minimal ve sakin bir noktadan yapıyor. Seçkinin diğer kurmaca filmlerine göre özellikle ses gibi teknik bazı konularda yetersiz bir sinema sunsa da kapanış olarak hafif bir seyirlik sunuyor.