Şehirdeki sokak ışıklarının her gün tam iki kez gün ışığıyla buluştuğu bir aralık vardır. Bu birkaç dakikalık, belki biraz daha uzun zamanda hem hava hâlen aydınlıktır hem de geceyi aydınlatmakla görevli lambalar kendine has sabitliğinde yanmaya devam eder. Gündüzün geceyle ve gecenin gündüzle birbiri ardı sıra, bitmeyen bir döngü içinde hem buluştuğu hem de ayrıldığı, geçiştiği anlardır bunlar. Ne hâlâ gündüzdür, ne de hâlâ gece. Birlikteliğin, uyumun, sürekliliğin kendine anlam bulduğu anlar.
Perfect Days (2023) böyle bir gün başlangıcında karşılar bizi. Sabahın karanlığında sokakta yankılanan süpürge sesiyle gözlerini yeni güne açan Hirayama, Tokyo’nun çeşitli yerlerinde bulunan umumi tuvaletleri temizleme işi yapan bir adamdır. Her güne uyandığı gibi yer yatağını toplayarak başlar, dişlerini fırçalar, yetiştirdiği çeşit çeşit saksı bitkilerinin bakımını yapar, önlüğünü giyer ve havlusunu omzuna atar. Evden çıktığı an gökyüzüne bakarak gülümser, evinin önündeki otomattan bir şişe soğuk içecek alır, arabasına biner ve kaset koleksiyonundan birini seçerek teybe takar. Her günün farklı bir müziği vardır: Patti Smith, Van Morrison, The Kinks, Lou Reed… İşini titiz ve düzenli bir şekilde tamamlar, öğle yemeğini yediği aynı parkta ağaçları seyrederek ve rüzgârda usulca salınan ince dalları fotoğraflayarak vakit geçirir. İşini bitirdikten sonra mahalle hamamında banyo yapar, akşam yemeğini bazen dışarıda, bazense müdavimi olduğu birkaç yerde yer. Uyumadan önce gece lambası ışığında kitap okur. Rüyasında günden kalan kesitleri ve rüzgârda salınan yaprakların yarattığı ışık ve gölge oyunlarını izler. Hayatındaki şeylere olumlayıcı bir özenle yaklaşır, pek hatta neredeyse hiç konuşmaz, sıkça gülümser. Şeyleri olduğu gibi kabul eden ve rutini içerisinde döngülenmekten memnuniyet duyan biri gibidir. Onun rutini, tekrarlamasının bir çeşit rahatlık uyandırdığı, insanın yaşamın merkezinde değil ama diğer tüm ögeleriyle birlikte içinde yer aldığı bir uyum hissini yansıtır.
Filmin Hirayama’nın “şimdiyi” yaşadığı sakin rutiniyle tanıştığımız, gündelik konularda kurduğu sosyal iletişimi izlediğimiz ilk kısmına, kelimenin tam anlamıyla bir “bilinçli farkındalık-mindfulness” durumu hakimdir. Bilinçli farkındalık, insanın içinde bulunduğu andaki zihin durumuna dikkatini vermeye yönelik bilişsel bir süreçtir. Bu süreçte kişi herhangi bir yorum ya da yargılamada bulunmaksızın o an hem duyu organlarıyla neleri duyumsadığının hem de duygusal olarak neler hissettiğinin yoğun bir şekilde farkında olmaya çabalar. Aslında bir çeşit meditasyon türü olan bu pratik, hayatın geneline uygulandığında bir yaşam tarzı hâline gelmektedir. Hirayama da çoğunlukla sessiz kalmayı tercih ettiği hayatında içsel bir huzur hissini yansıtır. Öyle ki çalışırken denk geldiği insanların duygu yüklü ve tepkisel tavırlarını, yerini hızla tebessüme bırakan bir merakla karşılar. Onun için yabancı duygular mıdır bunlar, yoksa geçmişten getirdiği deneyimiyle şekillenen aktif bir tercih mi? Filmin ikinci kısmında, geçmişte kalan bir karakter olan yeğeninin ani ziyaretiyle, ikinci seçeneğe daha çok yaklaşırız. Hirayama’nın alıştığımız dünyasının öncesinde yaşananları öğrenemesek de, onu bugününe getirenlerin yadsınamayacağını sezeriz.
Şarkıların filmin tamamına hakim olan ve öyküyü şekillendiren bir duygu dışa vurumu işlevi öne çıkar. Her günün ayrı bir şarkısı olduğu gibi, Hirayama’nın farklı duygularının, belleğinde yeniden yaşadığı anıların, dinlediği şarkılarda can bulduğu hissine kapılırız. (Sittin’ On) the Dock of the Bay’deki ıslık, rutinin dinginliğini yaşatır. Pale Blue Eyes yaşama devam etmenin, tüm yüküne rağmen, kaçınılmazlığını hatırlatır. Redondo Beach, yaşamın trajikliği içerisinde farkına dahi varamadan kaybettiklerimizden bahsederken, genç kadın Aya için konuşuyor gibidir. Perfect Day ise filmin ismiyle olan benzerliğiyle, insanın kendiyle olan bitmez mücadelesinde, mükemmel bir günün kendini biraz da olsa unutmaktan geçtiğini tüm sakinliğiyle haykırır. Perfect Days‘de müzik, yaşamın akışını adeta tercüme eden bir karakter gibidir. Yönetmen Wim Wenders’ın 43. İstanbul Film Festivali’ndeki söyleşisinde de bahsettiği üzere müzik, kamerayla çekilen her şeyin anlamını değiştirmekte, dönüştürmektedir.
Yönetmen Wim Wenders’ın Japon yetkililer tarafından “Tokyo Toilet Project” isimli yeni bir teknolojik umumi tuvalet sisteminin tanıtımı amacıyla gözlem yapmak üzere davet edilmesiyle bir kısa film projesi olarak gündeme gelen Perfect Days, bir anı yaşama hikâyesi olduğu kadar insanın her gün sevincini ele geçirmek zorunda oluşunu vurgular. Hirayama karakteri bu anlamda sosyal bağlamdan kopuk değildir ama tekil bir hayatı tercih eder. Paris, Texas (1984)’taki Travis gibi, bilinçli bir tercihtir bu. Yaşamın tek anlamının yaşamak olduğu, yaşamın devam ettiği, yaşamla ilgili aktif bir seçim. Bu yönüyle yönetmenin nerede başlayıp nerede bittiği gösterilmeyen bir akış içinde ele aldığı karakterlerinden biri olarak Hirayama, dingin bir tonda giden hayatında meydana gelen ufak değişiklikler ile rutininde bocalamalar yaşayacak, içsel huzur hissini tehlikeye atan duygularıyla baş etmek için okuduğu kitaplara başvuracaktır. Şimdinin, yalnızca şimdi olduğu vurgusuyla Perfect Days, zihinlerimizde bölmelere ayırarak kilitleyip kaldırdığımız “şimdi olmayanlar”ın gölgesinde her gün ısrarla arayıp bulduğumuz ışığın yarattığı sıcaklık hissini, harekete dökülmüş bir şiirsellik içinde ustaca anlatmayı başarmaktadır.
Hirayama karakterini canlandıran Kōji Yakusho’ya 76. Cannes Film Festivali’nde En İyi Erkek Oyuncu ödülünü kazandıran ve 96. Akademi Ödülleri’nde En İyi Uluslararası Uzun Metraj Film dalında Japonya’yı temsilen ana yarışmaya kalan adaylar arasına giren Perfect Days; müziğin, doğanın, ışığın ve insanın şiirsi bir zarafetle bir araya geldiği, ilk anından itibaren izleyeni içine alan bir yapıt. Yönetmeni Wim Wenders ve başrol oyuncusu Kōji Yakusho’nun 43. Uluslararası İstanbul Film Festivali kapsamında sinemaseverlerle buluştuğu film, bu günlerde MUBI’de gösterimde.