Kaybolmak, kendini bulmanın bir ön koşulu olabilir mi? Bir kişinin hayatındaki dönüm noktaları veya yaşadığı kriz anları, genellikle içsel bir yolculuğun başlangıcını işaret eder. Bu süreçte, kişi kendine dair bilinmeyen yönlerini keşfeder ve hayatta neyin gerçekten önemli olduğunu anlamaya başlar. Kaybolmak, aslında kişinin kendini bulma sürecinde bir fırsat sunar; tıpkı bir kelebeğin kozasından çıkmadan önce karanlık bir süreçten geçmesi gibi.
Bu içsel yolculuk aynı zamanda büyümenin de bir parçasıdır. Büyümek, yalnızca fiziksel ve zihinsel gelişimle sınırlı olmayıp aynı zamanda hayal kırıklıklarıyla başa çıkma ve gerçeklerle yüzleşme sürecidir. Her adımda olgunlaşırken bazen hayallerimizi gerçekleştirmek yerine başka yollara yöneliriz. Çünkü asıl büyüme, hedefe ulaşmaktan ziyade, bu yolculuğun kendisinde saklıdır.
Hayatın belirsizliklerinde savrulurken kim olduğumuzu ve kim olacağımızı sorguladığımız huzursuz zamanları resmeden bu film listesi, bizleri derin bir içsel yolculuğa çağırıyor.
The Worst Person in the World (Yön. Joachim Trier, 2021)
Julie’nin kendi yolunu bulmaya çalışırken kariyer ve aşk hayatında yaptığı seçimler, onun kimlik arayışının bir parçasıdır. Film, modern bir kadının yirmili yaşlarının sonlarındaki belirsizliklerini ve değişimlerini işler.
Julie, kariyerine tıp öğrencisi olarak başlar, ancak kısa bir süre sonra psikolojiye ilgi duyar ve sonunda fotoğrafçılığa yönelir. Hayatında ne istediğini ve kim olduğunu keşfetmeye çalışırken sürekli olarak yeni yollar dener. Bu kariyer değişiklikleri, onun kimlik arayışının bir yansımasıdır.
Julie’nin aşk hayatı da tıpkı kariyer yolculuğu gibi karmaşıktır. Aksel ile olan ilişkisi, Julie’nin daha olgun ve yerleşik bir yönünü gösterirken, Eivind ile olan ilişkisi onun daha genç ve anı yaşayan tarafını ortaya çıkarır. Sonunda, Julie edindiği deneyimlerinin onun kim olduğunu ve ne istediğini bulmasında birer araç olduğunu fark eder.
Frances Ha (Yön. Noah Baumbach, 2012)
Frances, New York’ta dans kariyerini sürdürmeye çalışan genç bir kadındır. Film, yirmili yaşlarının sonlarındaki Frances’in hayallerini gerçekleştirme çabasını ve bu süreçte kendini bulma yolculuğunu işler.
Frances’in hikâyesi, Peter Pan sendromunun belirtilerini de içerir. Adından da anlaşılacağı üzere “büyümeyen bir çocuğun hikâyesi”ni yansıtır. Yetişkinliğe geçiş yapmada zorlanan, sorumluluklardan kaçınan ve maddi bağımsızlık konusunda mücadele eden Frances, duygusal ve sosyal olarak olgunlaşmamış bir profil çizer.
Filmin en vurucu yanı, Frances aynı şekilde yaşarken çevresindekilerin farklılaşmaya başladığını keşfetmesidir. Önce afallar ama sonunda çocuklara dans öğretmek ve eski dans grubunda çalışmak gibi adımlarla hayatını yeniden inşa eder.
The Graduate (Yön. Mike Nichols, 1967)
Benjamin, üniversiteden yeni mezun olmuş, gelecek planları konusunda belirsizlik yaşayan ve ailesinin beklentileri altında ezilen genç bir adamdır. Bu bağlamda hem bir toplumun beklentilerini hem de önceki kuşağı şekillendiren hırslı kapitalizmi reddeden gençliği sembolize eder.
Benjamin’in geleceğiyle ilgili kaygıları haklı ve gerçekçidir. Ancak aldığı eğitim ve içinde bulunduğu sosyal sınıf nedeniyle toplumun onun için belirlediği bir yol vardır. Bu yol, belirli bir kariyer ve yaşam tarzını takip etmeyi içerir. Benjamin bu yolu reddettiğinde alternatif bir yol bulma konusunda zorlanır.
Mrs. Robinson ile ilişkiye başlaması onun hayatındaki boşluğu doldurmaya çalıştığı bir kaçış olarak görülür. Filmin önemli bir bölümü belirli hedefleri olmayan bir Benjamin’i anlatırken hikâyenin devamında bu yaklaşım tersine çevrilir. Elaine ile tanışması, Benjamin’in hayatında bir dönüm noktası olur. Onunla birlikte olma isteği, Benjamin’in hayatında bir amaç edinmesine ve geleceği hakkında düşünmeye başlamasına yol açar. Bu iki ilişki, Benjamin’in yüzeysel kaçışlardan gerçek duygulara ve sorumluluk almaya geçişini simgeler.
Cha Cha Real Smooth (Yön. Cooper Raiff, 2022)
Andrew, üniversiteden yeni mezun olmuş, hayatında ne yapacağını bilmeyen bir genç olarak karşımıza çıkar. Fast-food restoranında çalışmakta ve aile evinde yaşamaktadır. Kız arkadaşının Avrupa’da olması nedeniyle duygusal bir boşluk içinde sürüklenir.
Andrew, bir bar partisinde Domino ve onun otizmli kızı Lola ile tanışır. Domino ile hızlı bir şekilde yakınlaşır ve onun dünyasında kendini bir kurtarıcı olarak görmeye başlar. Domino’nun nişanlısı Joseph, sürekli seyahat eden ve soğuk tavırlı bir adamdır. Andrew, Domino’nun yalnızlığını ve duygusal ihtiyaçlarını fark eder ve bu boşluğu doldurarak kendi varlığını anlamlandırmaya çalışır.
Andrew, Domino’ya karşı derin duygular beslemeye başladığında ve bu duyguların karşılıksız kalabileceğini öğrendiğinde, hayatın her zaman planlandığı gibi gitmediğini kabul etmek zorunda kalır. İzleyiciye ise hayatın iniş çıkışları olsa da her şeyin sonunda iyi olacağına dair umut verir.
Diner (Yön. Barry Levinson, 1982)
Film, 1950’lerde Baltimore’da bir grup yakın arkadaşın hikâyesini anlatır. Grup, gençlik yıllarını birlikte geçirmiş ve sıkı arkadaşlık bağlarına sahip olan bireylerden oluşur. Filmdeki ana karakterlerin hepsi erkektir ve film ağırlıklı olarak erkeklerin bakış açısına sahiptir.
Grup üyeleri yetişkinliğe geçiş sürecinde, toplumun onlardan çoktan olgunlaşmış olmalarını beklediği bir yaşta büyümenin zorluklarıyla karşı karşıya kalırlar. Her bir karakter, kendi yaşam yolunu çizmek zorunda kalır ve bu süreçte bireysel sorumlulukları ile ilişkileri ön plana çıkar. Evlilik, kariyer ve kişisel hedefler gibi yetişkinliğin getirdiği zorluklarla mücadele ederler. Diner (1982), 1950’lerin sonlarındaki Amerikan yaşam tarzını ve kültürünü gözler önüne sererken arkadaşlık, sevgi, sadakat ve büyüme temalarını işler.
Garden State (Yön. Zach Braff, 2004)
Andrew, duygusal olarak uyuşmuş ve ilaçlarla bastırılmış bir hâlde yaşamaktadır. Çocukluğundan beri depresyon ilaçları kullanmış olması, onun gerçek duygularını ve kendini ifade etme yetisini köreltmiştir. Los Angeles’ta bir aktör olarak çalışsa da yaşamında bir yön bulamamış ve hayatta ne istediğini tam olarak anlayamamıştır.
Annesinin ölümünün ardından memleketine dönen Andrew, eski arkadaşları ve yeni tanıştığı Sam ile yakınlaşarak içsel bir uyanış yaşar. Andrew, Sam ile kurduğu ilişki sayesinde hayatta ne istediğini anlamaya ve kendi yolunu bulmaya başlar, böylece kaybolmuşluktan çıkıp yeni bir başlangıç için önemli adımlar atar.
Fallen Angels (Yön. Wong Kar-wai, 1995)
Hong Kong’da geçen film, iki yalnız karakterin hayatlarındaki belirsizlikleri keşfetmelerini anlatır. Wong Chi-ming, profesyonel bir tetikçi olarak, tekdüze ve anlamdan yoksun bir yaşam sürer. Wong, bu anlamsız hayattan kurtulmak ve kendi kararlarını verebilmek için bir çıkış yolu arar. Sonunda, iş ortağına olan bağımlılığını kırmaya ve tetikçilikten vazgeçmeye karar verir. Bu, onun için kendi iradesini kullanma cesaretini gösterdiği bir tür özgürlük anıdır.
Ho Chi-mo, dilsiz ve eski bir hükümlü olarak, geçmişinin yükleri ve toplumdaki yerini bulamamanın getirdiği kaybolmuşluk hissiyle mücadele eder. Babasıyla birlikte yaşar ve hayatta kendine bir yer edinme mücadelesi verir. Babasının ölümü ve âşık olduğu Charlie’nin onu yüz üstü bırakmasıyla yeni bir yaşam yolu çizmeye çalışır.
Kajillionaire (Yön. Miranda July, 2020)
Old Dolio Dyne, 26 yaşında ve duygusal olarak körelmiş bir kadındır. Dolandırıcı ebeveynleri, onu bir evlat olarak değil, suç ortağı olarak yetiştirmiştir. Onun için “normal” bir hayat, tamamen aile dolandırıcılıklarından ibarettir.
Melanie’nin aileye katılması, Old Dolio’nun duygusal olarak sarsılmasına neden olur. Melanie, Old Dolio’nun sahip olmadığı tüm özelliklere sahiptir: bakımlı, kendine güvenen ve ailesi tarafından sevgiyle çevrilidir. Melanie’nin sıcak ve anlayışlı tavrı, Old Dolio’nun duygusal dünyasını keşfetmesine ve ifade etmesine yardımcı olur. Melanie, ailenin dolandırıcılık planlarına katılırken aynı zamanda Old Dolio’ya gerçek bir sevgi sunar.
Film, Old Dolio’nun ailesinin öğretilerinden ve sınırlamalarından özgürleşerek kendi değerlerini ve arzularını keşfetmesine odaklanır.
Küçük Şeyler (Yön. Kıvanç Sezer, 2019)
Küçük Şeyler (2019) otuzlu yaşlarındaki Onur ve Bahar’ın İstanbul’daki yaşamlarını konu alır. Film, plazalarda çalışan ve kapalı konut sitelerde yaşayan modern kent insanının, kimlik olarak benimsediği statüsünü kaybetmesiyle yaşadığı bunalımı anlatır.
Kapitalist sistemin rekabetçi doğası, bireyleri sürekli olarak başarıya ulaşmaya ve maddi kazanç elde etmeye zorlar. Onur, bu sistemin bir parçası olarak işini kaybettiğinde sadece ekonomik değil, aynı zamanda psikolojik bir kriz yaşar. İşsizlik, onun toplumdaki yerini ve kimliğini sorgulamasına neden olur ve sonunda gerçeklik algısını bozar.
Onur (Alican Yücesoy) işsizliğini “şirketin kendisine sunduğu yeni bir paket” olarak görürken eşi Bahar (Başak Özcan) ise bu durumu daha gerçekçi bir gözle değerlendirir. Bu sürecin çiftin ilişkisine etkisi, filmde merkezî bir tema olarak işlenir.
Senarist ve yönetmen Kıvanç Sezer, Küçük Şeyler ile bireyler üzerindeki görünmez yükleri sosyolojik bir mercekten ele alır. Böylece bireyin kendini kaybolmuş hissetmesi ve yeni bir yön arayışı, toplumsal bağlamda anlam kazanır.