Yaşamanın belki de en ağır koşulu; ‘can’ için alınan her nefesin, bizleri o bilinmez ‘son’ mefhumuna adım adım taşıdığı bilincini üstlenmektir. Bu bilince rağmen bir sonraki âna erişmek için nefes almak, ertesi gün doğacak güneşi görebilmeyi ummak, her gece uykuya teslim olurken yeni bir sayfaya yelken açmaksa ancak insanın kaldırabileceği bir yüktür. Nitekim insanca sevmenin hatırına katlanır herkes biraz da yaşamaya. Zira insanı yok eden ölüm değil, sevgi hissinin sonudur. Tembi Locke’un From Scratch: A Memoir of Love, Sicily and Finding Home (2019) adlı romanından uyarlanan ve Netflix platformunda yayınlanan mini dizi From Scratch (2022) de sevginin pek çok farklı tanımını bir arada sunarken insana dair en özgün hislere mercek tutar. Grey’s Anatomy (2017-2018), A Million Little Things (2018), Daisy Jones and the Six (2023) gibi başarılı yapımlarda imzası olan Nzingha Stewart, From Scratch’teki yönetmenliğiyle de samimi üslubunu koruyarak insanın en güçlü ve bir o kadar kırılgan hâllerini ‘insanca’ sergilemiştir.
Dizinin temasını aile kavramı oluştururken konulara eğildiğimizde en başta sevgi ve ölüm korkusu hislerinin işlendiğini görürüz. İnsanın temel kaygılarını oluşturan bu iki duygu arasındaki çatışmayla tüm kurgu, hassas bir cam üzerine inşa edilmiştir sanki. Olaylar cam zeminin üzerinde ilerledikçe hassasiyet ve gerginlik artarken camda zamanla ufak çatlakların oluştuğunu sezeriz. Bu çatlaklar; aslında dizinin beklenen, fakat ne dillendirilmek ne de kabullenilmek istenen sonunu işaret eder: her canlının mutlak sonu. Dolayısıyla diziyi incelerken ölümden söz etmek, tam anlamıyla sonu ifşa eden bir yorumlama sayılmaz.
Nitekim Stewart’ın üslubunu burada özgün kılan da kaçınılmaz sonu izleyiciye defalarca sezdirdiği, hayal ettirdiği, hatta kabullendirdiği hâlde sona giden bu yolu insana dair sayısız duyguyla doldurarak bir o kadar ebedî kılmasıdır. Yani dizideki olaylara doğrudan birer başlangıç ve son noktaları atamak mümkünken arada tomurcuklanıp meyve veren duyguların döngüsü, sona konan noktanın ardından dahi varlığını sürdürür. Peki doğum ve ölüm kadar keskin iki olayı kurgunun temel direkleri olarak tasarlayan Stewart, aradaki süreçte gelişen bu ebediyet duygusunu nasıl oluşturmuştur? Buradan hareketle çerçevelenen yazımızda yukarıda da değindiğimiz iki konuyu, sevgi ve ölüm korkusu arasındaki duygusal alışverişi açıklayarak soruya yanıt aranacaktır.
Bir Tahammül Eşiği Olarak Sevgi
Kısaca özetleyecek olursak dizi; Amerikalı ressam Amy (Zoe Saldana) ile İtalyan aşçı Lino’nun (Eugenio Mastrandrea) bir rastlantı sonucu Floransa sokaklarında tesadüf edip her şeye rağmen tutkulu bir aşkla birbirlerine bağlanmalarını anlatır. Birliktelikleriyle iki ayrı kıtayı, kültürü, dili birbirine bağlayan çift, bu sancılı süreçte kişisel hayatlarını yeniden konumlandırmak ve biçimlendirmek zorunda kalır. Kariyerlerine ilişkin tüm zorluklarla mücadele etmelerinin üzerine ise bu kez doğalarından ileri gelen kaçınılmaz sonla, yani ölümle yüzleşmeleri gerekir. Genel hatlarına bakıldığında dizinin klasik bir ‘rastlantı-aşk-birliktelik-son’ kurgusundan çıkmadığı görülür. Bu bakımdan da izleyiciye sıra dışı bir olay örgüsü sunma vaadi de yoktur aslında. Aksine Stewart, beklentiler çerçevesinden pekâlâ çıkmayan klasik bir kurgunun içinde kalmaya çalışmıştır; zira olağan dışı rastlantılar, ancak kurgusal eserlerde hayal edilebilecek türde melodramatik geçişler, izleyiciyle izlek arasında bir empati köprüsü kurulmasını geciktirir yahut olanaksız kılar. Bu nedenle Stewart’ın objektifinde her şey en doğal ve basit hâliyle, özellikle de meyletmesi muhtemel bir doğrultuda ilerler.
Babasının tüm karşı çıkmalarına rağmen Amy, gençliğinin verdiği tutkuyla hukuk eğitimini yarıda bırakarak resim dersleri almak için o yazı Floransa’da geçirmek üzere İtalya’ya gider. Bu sırada kentin en meşhur restoranlarından birinde şeflik yapan Lino ile karşılaşır ve önce yemeklerine, daha sonra en az kendisi kadar tutkulu olan delikanlıya âşık olur. Burada her iki karakterin de kendi alanlarında başarılı sanatçılar olması önemlidir. Çünkü sanatın temelinde estetik (veya duyusal anlamda hoş) bir eser üretmekten önce mevcut sanatsal yeteneği somut bir ürünle ölümsüzleştirme dürtüsü yatar: Amy resim yoluyla his ve düşüncelerini renklerin dilinde somutlaştırmaya çalışırken Lino, reçetelerini annesinin tarafından miras aldığı yemeklerle aile geleneğini sürdürür.
Neticede her iki sanatçı da ortaya koydukları somut ürünlere özgün dokunuşlarını ekleyerek kendilerini de ölümsüzlük sürecine dâhil eder. Sanatsal üretimin kaçınılmaz bir parçası olan bu bilinçdışı çaba, psikanalizde tanatos’un, yani ölüm korkusu temel atıp yönlendirdiği bir eylemdir*. Dolayısıyla sanatın halk için mi yoksa sanat için mi olduğu, her ne kadar nokta konmayan bir tartışmaysa da sanatçının tanatos’un güdümüyle bir eser koymaya çalıştığı, bu nedenle bilinçdışı alanda da olsa bu sürecin bir tür bencillik geliştirdiği ortadadır.
Amy ve Lino arasındaki aşkın gücünü test eden de her iki sanatçının, bu bencilliği nasıl kontrol ettikleridir. Tanışmalarının üzerinden çok vakit geçmeden birbirine tutkuyla âşık olan çift, evlenmeye karar verir. Fakat bu karar, Lino’nun Floransa’daki en iyi şeflik pozisyonlarından birinden ayrılıp diline dahi yabancı olduğu bir ülkede orta hâlli bir lokantada çalışması anlamına gelir. Ve fedakârlık zinciri, ilk halkasını bu noktada örmeye başlar. Her şeyini bırakarak tüm ailesini de karşısına alan Lino, Amerika’da Amy’nin ailesi tarafından da ciddiye alınmaz. Zira Amy’nin çalıştığı üst düzey sanat asistanlığı pozisyonuyla karşılaştırıldığında Lino’nun yemek sanatı, onu diğerlerinin gözünde ‘aşçı’ sıfatından öteye geçirmez. Sanatına her ne kadar benzer bir aşk ve tutkuyla bağlı olsa da Lino, egosunu dizginlemeyi başararak Amy ile evliliklerini önceler. Sevgisinin yoğunluğu, kişisel saldırılara ve aşağılamalara tahammül eşiğini yükseltmiştir.
Şayet bu fedakârlık tek taraflı ilerleseydi Amy ve Lino çifti için kurgulanan sempati de kısa sürede son bularak Yeşilçam filmlerinde görmeye alıştığımız sahnelerle diziyi vasattan ileri götürmezdi. Ancak Stewart, Lino karakterinin her büyük hamlesinin ardından Amy için de benzer bir karar durumu oluşturarak en az ilki kadar ciddi fedakârlıklar resmeder. Nitekim bir başkasının küçük görmeleri altında çalışmak istemeyen, bunun için de tüm cesaretini toplayarak kendi işletmesini açma riskini üstlenen Lino’nun arkasında, kendi işini bırakma pahasına Amy duracaktır. Maddi bir varlıktan vazgeçmek görece kolaydır. Evler, araçlar, görevler, kazançlar pekâlâ geride bırakılabilir. Fakat kişinin kendine ait yaratıcılığını sergileyebileceği sanatsal bir ortamdan feragat etmesi, benliğini sevgi uğruna öldürebilme erdemiyle mümkün olabilir. Amy ve Lino çifti de söz konusu birliktelikleri olduğunda bu erdemi sonuna kadar sergileyerek aşklarının ne denli kuvvetli, saf ve çıkarsız olduğunu kanıtlar. Onların sevgisinde tahammül edemeyecekleri, üstesinden gelemeyecekleri hiçbir şey yoktur -ölüm hariç.
Ölümün Kıyısında Yaşam
Birbiri ardına gelen kayıplar, hayal kırıklıkları ve üzüntülerin ardından her seferinde aşklarına tutunarak hayatta kalmayı başaran çift, bu sefer sonu aşikâr olan bir hastalığın ilk tıkırtısını duyar. Lino’nun bacağında ortaya çıkan bir ağrı gittikçe şiddetlenir. Artık dayanılmaz bir noktaya varınca da hastanede verdikleri tahlil raporları, kansere işaret eder. Böylelikle çiftin son ve en zorlu mücadelesi başlamış olur. Lino’nun hastalığı sürecinde kurgu hiçbir zaman ölümü kullanarak acıklı bir aşk hikâyesi sunmaya çalışmaz. Bunun yerine varoluş kaygılarının farklı türlerine kapı aralar. Bunlardan ilki ölüm korkusudur.
Varoluşçu yaklaşıma göre ölüm kaygısı bireylerin doğumundan itibaren, önceden de değindiğimiz üzere tanatos olarak bilinçdışını işgal eder. Yaşamı boyunca kişi, bu korkuyu bastırmak için onu farklı semptomlara yönlendirir. Var olmakla ölümün birbirinden ayrılmaz birer bütün olarak zamanı meydana getirmesi, bireyde bilinçaltı stresi oluşturur. Lino’nun ölüm kaygısı, ilk olarak öfke ve hemen ardından hayata karşı ilgisizlik şeklinde nükseder. Yeni kurduğu işletmeyi terk eder, evinin bir odasına çekilerek agresif kabuğuna bürünür. Ancak buradaki nüans, Lino’nun kendi varlığı için duyduğu bir kaygıyı sergilemekten ziyade Amy’den ayrılacak olmasının verdiği derin üzüntüye bağlı bir ölüm kaygısı duymasıdır. Yani kendi ölümünden, kişisel yok oluşundan korkmaz; aksine onun korkusu, tamamen eşini yalnız bırakmaktan ve ebediyen onsuz kalmaktan ileri gelen diğerkam bir endişedir.
Amy’de ise Lino’yu kaybetmek, bir başka varoluşçu kaygı olan anlamsızlık korkusu şeklinde kendini hissettirir. Zira Lino’yu hayatının merkezine alan ve onunla kendine yepyeni bir kimlik inşa eden Amy, hayat arkadaşını yitirdiği takdirde yaşamının her ânına yerleşmiş olan merkezi de kaybedecektir. Eşini hayatının merkezine bu denli oturtmuş olan genç kadın için artık Lino’nun olmadığı bir hayatı düşünmek bile mümkün değildir. Böyle bir durumda Amy, kendi varlığını da yitirecek ve ‘olmak ile olmamak’ arasında bir arafta bulacaktır kendini.
Her iki âşığın farklı türlerden taşıdıkları varoluş kaygıları, sonunda evlat edindikleri küçük bir kızla bir nebze olsun diner. Hayatlarına aldıkları bu taze canla beraber birliktelikleri, evlilikleri, yaşama umutları da tazelenir. Üstelik Lino’nun tedavisi de iyiye seyretmeye başlamıştır. İki temel varoluş kaygısının (ölüm ve anlamsızlık) bir var olma çabasına dönüşmesiyle beraber hem ölerek yok olma düşüncesi geride kalmış hem de çiftin hayatına yepyeni bir anlam merkezi doğmuştur. Bundan böyle aldıkları her karar da bireyselliğin çok ötesinde, tabiri caizse ‘diğersellik’ çerçevesinde şekillenir.
Ne var ki dizinin, klasik bir kurgu çerçevesinde geliştiği için kaçınılmaz son olan ölümü de içerdiğinden söz etmiştik. Lino’nun tedavisi başta her ne kadar olumlu sonuçlanıyor gibi görünse de bir süre sonra kanser belirtileri tekrar nükseder. Ancak bu defa ölüm kaygısı bir eş, bir baba ve ailesiyle yeniden bir araya gelmiş bir evlat olarak üçe katlanmıştır. Varoluşçu psikoterapist Irvin Yalom’a göre insanın temel kaygılarla baş etmesinin en etkili yolu, onlarla yüzleşmesi ve onları kabul etmesidir. Yalom, bu bağlamda korkuları reddedip farklı düşüncelere odaklanmanın bir çözüm üretmeyeceğini savunur. Aksine birey, korkuyu somut bir varlık gibi karşısına alarak içinde bulunduğu durumun kaçınılmazlığını kabul etmelidir. Korkusuyla konuşmalı, uzlaşmalı ve onunla beraber yaşamayı öğrenmelidir. Zira ölümün, anlamsızlığın, yalnızlığın var olmadığı bir ütopya oluşturmak, yalnızca bireyin daha sonra yüzleşmek zorunda kalacağı acıyı ertelemekten ibarettir.
Buradan hareketle dizinin ölüme doğru ilerleyen hikâyesinin geri kalanı, bu yüzleşmeyi ve kabullenmeyi hem karakterler üzerinden gösterir hem de izleyicilere telkin eder. Amy, küçük kızlarını da Lino’nun yaklaşan ölümüne hazırlamaya çalışır. Varoluşsal psikoterapi ilkelerine göre düzenlenmiş olan bu sahneler, çocuklara ölümün nasıl anlatılması gerektiğine de bir örnek teşkil eder: Ölüm, çocuklara en yakınları tarafından doğrudan bir dille ifade edilmelidir. Bunun hayatı tamamen sonlandıran nihai bir yok oluş olmadığı, hayatın olağan bir parçası şeklinde hepimiz için geçerli olduğu dile getirilmelidir. Amy, biricik sevgilisi Lino’nun günbegün aralarından ayrılışını kızına bu şekilde aktarırken de bir yandan kendini de bu gerçeğe dilsel bir yöntemle hazırlar. Bu bakımdan dizinin son iki bölümü, özellikle ölümün nasıl ifade edilmesi gerektiğine ve beklenen bir ölüme nasıl hazırlanılabileceğine ilişkin kurgusal bir psikoterapi niteliğindedir. Dolayısıyla ölümün ne olduğu yahut ne kadar acıklı yansıtıldığı bir yana, dizinin esas göstermeye çalıştığı, ölümün farklı yansımaları ve onunla nasıl yüzleşilebileceğidir.
Ölümün Doğurdukları
Lino’yu bekleyen kaçınılmaz (ve defalarca işaret edilen) sondan söz etmenin, From Scratch çerçevesinde diziye bir halel getirmeyeceğini belirtmiştik. Bu bakımdan dizi, aynı zamanda retrospektif bir değerlendirmeye de açıktır. Yani diziyi son bölümünden ilk bölüme izlemek, başkahramanlar Amy ve Lino’nun karar mekanizmalarının nasıl işlediğini, ölüm ve anlamsızlık kaygılarıyla nasıl bir baş etme yöntemi geliştirdiklerini çok daha iyi anlamamızı sağlayacaktır. Öte yandan Lino’nun ölüme yaklaşan hastalık süreciyle beraber doğan pek çok yeni ilişkinin, kültürel etkileşimin, farklı türlerde sevginin olduğu görülür. Bunların en başında başta birbirini kabullenemeyen iki yabancı aile arasında adım adım kurulan köprü yer alır. Lino’nun İtalyan ailesi, oğullarını Amerikalı bir kıza kaptırmanın (!) verdiği hayal kırıklığıyla ona tamamen sırt çevirir ilkin. Lino’yu yapayalnız bırakan ve kararlarının doğruluğunu sorgulatan bu tavrın bir başka yansımasını Amy de yaşar. Ülkesini değiştirip işini bırakan taraf o değildir bu ilişkide gerçi, fakat onun ailesi de Lino’yu epeyce yadırgayarak kendi kızlarını da benzer bir yabancılık hissine sürükler. İlk baştaki bu uyumsuz tanışmanın ardından Lino’nun hastalığı, örülen duvarların bir anda eriyip birbirine karışmasını, böylelikle ‘hastalıkta, sağlıkta, her daim birbirinin yanında’ yer alan aile bağlarının kurulmasını sağlar. Katı İtalyan gelenekleriyle çatışan, görece rahat Amerikan kültürü, yalnızca Amy ve Lino’nun bireysel kurallarını yeniden yoğurmakla kalmaz. Her iki tarafın ailesi de birbirlerini zamanla kabullenir ve farklılıkların kucaklandığı bir ortak kültür harmanı oluşturur.
Bu anlamda dizinin mutlu bir sonla noktalanıp noktalanmadığı tartışılır; ancak ölümün, farklı türde mutluluk anlarına da gebe olduğu ortadadır: Bir eşin gözünde hayatın diğer yarısını yitirirken bir başka ailenin dokusuna katılmak… Bir annenin gözünde evladını kaybederken onun canını paylaşan bir başka evlat kazanmak… Bir çocuğun gözünden babasına veda ederken biriken her anıyla beraber zamanın kıymetini idrak etmek ve babanın nefesini canında yaşatmak…
İşte Amy ve Lino’nun yürek burkan öyküsü, bizleri ölüm gerçeğiyle böyle barıştırır. Acındırmak uğruna kanadı kırık sahte umutlar, gerçekleşmeyecek hayal vaatleri yoktur burada. Her şey ağızda bal tadı bırakan, fakat gerçeğin bir o kadar da doğrudan yansımasıdır -acısıyla tatlısıyla… Ölüm kapıyı çaldığı vakit, insana bütünüyle anlamsız gelen yaşamaksa kimsesiz bir çocuk gibi ortada bırakılmaz. Eş, anne ve çocuk, ‘yaşam’ın elinden yeniden tutar; hayatlarının merkezini bir daha göremeyecek, koklayamayacak, onunla konuşamayacak bile olsalar onsuz kalmadıklarını birlikteliklerinden doğurdukları yeni bir aileyle gösterirler. Bu yüzden onların her nefesi ‘ölümüne yaşamak’ ve ölümle yaşamaktır.
İnsanın temel kaygılarını en başından sonuna dek sergileyen dizi, isminin de hakkını böylelikle teslim etmiştir. Elbette ölümün her türlüsü erken, her türlüsü acıdır; ancak bu noktaya odaklanan bir yaşamla her gün ölmeye eşdeğerdir. O hâlde ‘en başından’ (from scratch), yani sonu kabullendiğimiz andan başlayalım: Ölümüne yaşayanlardan olup sevgilerle dolu güzel bir öyküyü mutlu bir sonla noktalamaya var mısınız?
* Moshe HaLevi Spero, M. “Thanatos, Id and The Evil Impulse.” A Journal of Orthodox Jewish Thought 15 (1/2), 1975, 97-111.