Zekican Sarısoy
Kırılgan erkeklikleri görmek üzerine: The Son and the Sea (Yön. Stroma Cairns, 2025)
Yönetmen Stroma Cairns’ın ilk uzun metrajlı filmi The Son and the Sea (Birleşik Krallık, 2025) Dünya prömiyerini yaptığı Toronto’dan sonra 73. San Sebastian Film Festivali’nin New Directors bölümünde 21 Eylül’de gösterildi. Bir ilk film olmanın bütün heyecanını taşıyan bu yol hikâyesi, yönetmen Cairns’ın bir yandan insan doğasına yaklaşırken duyumsadığı hassasiyetin samimiyetini de taşıyor. Erkek kültürünü, erkek yoldaşlığını ya da ahbaplığı ele alırken film, erkekliği yeniden üretmek şöyle bir yana başka bir ‘erkeklik’ olabileceğini de müthiş doğru bir yerden yakalıyor. İki arkadaş Jonah ve Lee İskoçya’nın kuzeyine bir yolculuğa çıkar. Jonah’nın umudu Londra’daki dağınıklıktan kurtulmak ve bu seyahatle birlikte arınmaktır. Bu yolculukta ikilinin karşısına sağır Charlie çıkar. Neredeyse sağırdır ve o da bir ziyaret için oradadır. Kuzeyin en deli çılgın atmosferinde başka türlü bir arkadaşlığın boyutuna dair bir arayış bu film.
Kırılgan erkeklik günümüzün anlatı dünyasında bütün felsefesini daha doğrusu durup düşünmemiz gereken bütün durakları kaçıran bir şeye dönüştü. Çünkü hikayeler, günün sonunda ‘güçlü erkek’ karakterin karşısında ‘zayıf erkek’ karakter tipleri yaratmaya başladı. Sahi neydi kırılgan erkeklik ve gerçekten bu muydu? Güçlü ve iktidar peşinde koşayım derken her şeyi yakıp yıkan bir erkeklik yerine ne bulduk biz? Duygusal olmayı, romantik olmayı, naif ya da mütevazi olmayı kaybedenler dünyasının parçası haline getirmek değildi elbet. Ancak anlatı dünyamız biraz buna doğru evrildi. Aslında tersine bir okuma yapınca duygusal kadınları hayattan koparan, güçlü kadınları ise duyguları olmayan karakterler olarak yıllar yılı resmeden şeyin bir benzerine yanaşmış olduk. Kuir anlatı için bir şey yapayım derken hikayedeki özneleri puri pak, adeta Rıdvan’ın cennet kapısından birkaç dakika önce düşmüşçesine, ellerinden boyutlarını koparıp alan filmlerle dolu sinemamız. Yönetmen Cairns elbette baktığınız zaman kuir bir hikâye anlatayım ya da feminist bir derdim olsun derdinde değil. Bu film zaten böyle bir dertle kendini var etmiyor. Ama öyle sahici karakterler çiziyor ki! Kimliğin doğasını anlamaya çalışırken zıtlıklar evreninden faydalanmak gibi kolaycı bir yere kaçabilirdi pek tabii ancak hikâye o karakterleri bir bohça yapıyor ve bir yolculuğa gönderiyor. Kırılgan erkekliğin birden fazla formunu gördüğümüz filmde, her bir karakter erkekler dünyasının erkeklerle asla yakın mesafeye gelmeyen bazı hallerini gösteriyor. Biraraya gelen birkaç erkeğin günün sonunda öyle ya da böyle bir gümbürtü çıkarma meselesini asla merkezine almıyor örneğin. Duyma engelli Charlie karakteriyle arkadaş olmak, onu anlamaya çalışmak için çaba gösteriyor. Erkeklerin bir araya gelmesinin tesadüfleri üzerindeki en güçlüler ile en güçsüzler arasındaki hiyerarşik yapıyı, yani oradaki görünür görünmez bandı silikleştiriyor bu film. İyi ki orada bir şeyler bulanıklaşıyor. Görmediği noktada zaten daha ne olabilir diye izleyiciyle arasında aslında bir yakınlık başlıyor. Çünkü böyle bir bakış açısının gelişmemiş olması -doğrudan ya da örtük- biz erkekler ve siz izleyenler arasındaki eşitsiz ilişkiyi de ortadan kaldırmış oluyor.
Bir anlatıyı zaman ve mekândan ayrı düşünmenin imkânı yok. Ama belki de karakterleri anlatırken unuttuğumuz şey tam da bu oldu. “Zamansız film” derken bir filmin yıllara meydan okuması ya da çağrışımlarının değerinin her zaman belki de haz vermesiydi akılda kalan. Ama aklımıza gelmeyen şey o karakterlerin içine girdikleri doğayı, mekânı şekillendirme kabiliyetleri. Hamlet’in büyüsü orada yatıyor çoğu zaman. Hamlet’in dünyası sürekli bir bulanıklık ve güvensizlik içindeydi. Babasının hayaleti ortaya çıktı; mekânda entrikalar vardı. Herkes birbirinden şüphelenir bir yola düştü. Bu yoğunluk, karakterleri gündelik zaman algısından kopardı. Hamlet’in ünlü bir alıntısı vardır: “Zaman çatlamış, ters dönmüş.” Yani olayların akışı doğal bir şekilde ilerlemez. Babanın ölümü, -belki hiç var olmaması- annesinin hemen evlenmesi, iktidar oyunları zamanın düzenini altüst etmiştir. Karakterler de bu “bozuk zaman” içinde yaşar. Yaşamaya çalışır. The Son and the Sea, bilerek ya da bilmeyerek işte bu mekân-karakter ilişkisini karşılıklı olarak birbirleri olmadan var olmayacakları bir yola sokuyor. Bir ağacı yıkmak yerine ona sarılmayı, bir insanı bütün oluru olmazıyla dışarda unutmak yerine ona bakmayı tercih ediyor. İnsanların içinde yaşadığı bir dünya ama bir yandan diğer her şeyin insanların içinde yaşadığı başka bir dünya yaratıyor. Ansızın yola çıkabilmek diyor. Bilmediğin yerlere gidebilmek. Tanımadığın birileriyle onun bu dünyada kapladığı alandan bağımsız bir ilişki kurabilme cesaretini göstermek mümkün mü diye soruyor. Cesaret dedim. Çünkü dünyalarımızın bu dünyanın sonsuzluğuna rağmen sınırları var. Çizginin karşı tarafına geçmek, büyük hamleler yapmak değil belki ama kendi asılı durduğumuz duvardan bir an için kendimizi zemine bırakmak. Filmin teknik tercihleri tam da bunu yapmaya çalışıyor. Görüntü yönetimi (Ruben Woodin Dechamps) karakterlerin bakış boşluğuna sıkça yer veriyor; o güzelliğin içinde karakterin ne gördüğünü anlamaya çalışıyor. Zor bir mevsimde geçen film doğanın seslerini en yoğun haliyle kullanıyor. Kuvvetli bir dalganın kayalara çarpması ya da alaboranın çatıları yağlaması, bütün bunlar karakterlerin dünyasında müthiş bir alegori yaratıyor. Günün sonunda zayıf yönlerini, korkularını, geçmişini yüzleşmesi kolay olmayan şeyleri kabul etmek ya da bu kabulün bile bir tür güç olduğu fikrine dair düşünmeye itekliyor. Aslında film, bilerek ya da bilmeyerek kahramanları aracılığıyla izleyiciyi bu cesareti şöyle bir yoklamaya davet ediyor.