36.Ankara Uluslararası Film Festivali’nin Ulusal Kısa Film Yarışması seçkisinin ikinci bölümünde yer alan altı kısa film, farklı temaları ve anlatım biçimleriyle öne çıktı. Bu bölümde Beril Tan’ın Alis, Emre Cef Kamhi’nin Aslında Herkes, Sandra Peso’nun Bimba, Deniz Kezik’in Bizim Olan Her Şey, Sevgi Esman’ın Mutlu Ayaklar ve Toprak Işık’ın Yaşarım Bence (Müzisyen Değil) filmleri gösterildi. Filmlerin her biri kendi alanında farklı toplumsal meseleleri ve bireysel deneyimleri ele alıyordu. Fil’m Hafızası okuyucuları adına bu seçkide yer alan filmleri takip edip izledim ve her birinin kendine özgü güçlü yanlarını öne çıkaran izlenimlerimi kaleme aldım. Bu yazıda, hem kısa filmlerin anlatı gücüne hem de sinemadaki yaratıcı yaklaşımlarına dair gözlemlerimi sizlerle paylaşıyorum.
Alis (Yön. Beril Tan, 2025)
Filmin merkezinde, yalnız yaşayan yaşlı bir Ermeni kadın olan Alis var. Bu olağanüstü karakteri Deniz Türkali canlandırıyor ve açık söylemek gerekirse Alis, son yıllarda Türkiye sinemasında karşıma çıkan en unutulmaz, en sevgi dolu karakterlerden biri oldu. Alis, hayatın tüm zorluklarına rağmen coşkuyla yaşayan, eski eşyalarına, arabasına, çiçeklerine, evine tutkuyla bağlı, onlarla konuşan, onları koruyan, “ev” kavramını sadece bir mekân değil, karakter gibi gören bir kadın. Şarkı söyleyen, araba kullanan, çevresine “güzelim, canım” diye hitap eden, yazlığından denizinden kopamayan, yaşama tutunan bir ruh. Ama aynı zamanda bu ülkede Ermeni bir kadın olarak taşıdığı kolektif korkular, geçmişten gelen tedirginlikler, bastırılmış anılar da Alis’in sessizce omuzlarında duruyor.
Filmin odağı ise kentsel dönüşüm. Hepimizin gündelik hayatında artık adeta trafik sesi gibi içimize işlemiş, istemeden benimsediğimiz o inşaat gürültüsü, filmde müthiş bir ses kurgusuyla dev bir baskı unsuru hâline geliyor. İnşaat sesleri sadece mekânsal bir rahatsızlık değil; Alis’in geçmiş travmalarını tetikleyen, varoluşsal korkularını hatırlatan, evinin ve köklerinin tehdit altında olduğu duygusunu artıran bir metafora dönüşüyor. Film, ses tasarımını öyle ustalıkla kullanıyor ki izleyici neredeyse Alis’in kalp ritmini duyumsar hale geliyor. Alice’in şarkı söyleyerek bu gürültüyü bastırmaya çalışması ise filmin en vurucu katmanlarından biri. Şarkı söylemesi, onun hayata tutunma biçimlerinden biri gibi. Film aynı zamanda kentsel dönüşümdeki yasa dışı ilişkilerin, hatır-gönül düzenlerinin, üçkâğıtçı yaklaşımların, güç sahiplerinin baskıcı tavrının da eleştirisini yapıyor. Tüm bunlara karşı, toplumda kolayca “deli kadın” diye etiketlenebilecek yaşlı hâliyle direnen Alis’i izlemek çok etkileyici. Dayanışmanın gücünü ise Alis’in genç bir kadın avukatla kurduğu bağda görüyoruz. Esin’in Alis’e destek oluşu, filmin kadın dayanışması açısından da önemli bir damar yaratıyor.
Plaj sahneleri, yazlık atmosferi, canlı renkler ve Alice’in dünyasına yayılan sıcaklık filmi yumuşatırken, o sahillere çökmüş “akbaba” ticari düzenlerin eleştirisi de ince bir mizahla işleniyor. Alis’in herkesle bir bir hesaplaşması, hakkını aramaktan vazgeçmemesi, köklerini koruma kararlılığı filmi hem eğlenceli hem duygusal bir noktaya taşıyor. Deniz Türkali’nin muhteşem performansı ve Beril Tan’ın güçlü sinema dili birleşince ortaya hem çok tatlı hem çok hüzünlü, hem de çok güçlü bir film çıkmış. Bana gerçekten iyi geldiğini söylemeliyim.
Aslında Herkes (Yön. Emre Cef Kamhi, 2025)
Emre Cef Kamhi’nin Aslında Herkes isimli kısa filmi, apartmanda duyulan kötü bir kokudan yola çıkarak toplumun birlikte hissetme, birlikte tepki verme hâllerine dair metaforik bir anlatı kuruyor. Cafer karakterinin kokuyu alamadığı için giderek komşularıyla arasındaki görünmez mesafenin büyümesi, bireyin kendini toplumdan dışlanmış hissetmesinin sade ama etkili bir yansıması. Film, apartmandaki çok sesliliği, bir mikrokozmos olarak kullanıyor ve aslında küçük bir apartman üzerinden büyük bir toplumsal tablo kuruyor. Cafer’in kokuyu alamadığı için eksik hissetmesi, hissetmediği bir şeyi hissediyormuş gibi davranmaya çalışması, sırf kabul görmek için yalanlara sığınması filmin en güçlü taraflarından biri. Film, toplumun ortak duygusuna katılamayan bir bireyin yalnızlaşmasını minimal, sakin ve gözlemlere dayalı bir üslupla anlatmayı başarıyor.
Filmin oyuncu kadrosu ise anlatıyı ciddi biçimde güçlendiriyor. Murat Kılıç’ın kırılgan ama inatla bir şeyleri “normalleştirmeye” çalışan Cafer performansı filmin taşıyıcı noktası hâline gelirken, Bülent Şakrak, Bedir Bedir ve Meral Çetinkaya gibi isimler sayesinde apartman atmosferi çok inandırıcı bir şekilde kuruluyor. Yönetmen Kamhi’nin özellikle mekân kullanımı, apartman içi dinamikleri ve topluluk hâlini gözlemleyen kamerası da filmin olumlu yanlarından biri olarak öne çıkıyor. Aslında Herkes, toplumsal aidiyet meselesine naif ama düşündürücü bir yerden yaklaşan bir iş olarak öne çıkıyor. Bu tür denemelerin ve farklı seslerin kısa film dünyası için önemli olduğunu düşünüyor, yönetmenin sonraki işlerini merakla beklediğimi eklemek istiyorum.
Bimba (Yön. Sandra Peso, 2025)
Bimba, tamamı bir teknede geçen hikâyesiyle hem fiziksel hem de anlatısal anlamda güç bir işe girişiyor. Bir teknenin içinde set kurmak, ışık yerleştirmek, oyuncularla doğru hareket alanını yaratmak başlı başına zorlu bir süreçken film, tüm bu teknik koşulları başarıyla aşarak izleyiciyi dar ama yoğun bir dünyanın içine çekiyor. Teknenin kapalı, sallantılı, kaçışsız mekânı; aile bireylerinin hem birbirleriyle hem de kendileriyle olan hesaplaşmalarına fon oluşturuyor. Bu mekân, filmde bir nevi sosyal mikrokozmos işlevi görüyor. Türkiye’nin çok katmanlı, çok kültürlü yapısından süzülen bir aileyi merkeze alan anlatı; dil, din, gelenek ve aidiyet kavramlarını günlük bir sohbet akışı içinde doğal biçimde yediriyor. Bimba’nın sembolik gücünü artıran en önemli noktalardan biri de tam olarak bu: Teknenin bir yerden bir yere giden fiziksel bir araç olmasının ötesine geçip “birlikte yaşama” hâlinin törpülendiği, gerildiği, sonra tekrar yumuşadığı bir alan hâline gelmesi.
Filmin dramatik omurgasını güçlendiren bir başka unsur, tekneye gizlice giren yabancı figürüdür. Bu karakterin niyeti, geçmişi ya da kimliği hakkında hiçbir kesin bilgi verilmemesi, hikâyeye kasıtlı bir muğlâklık katıyor ve “yabancı” kavramının nasıl inşa edildiğine dair düşündürücü bir zemin yaratıyor. Aile bireylerinin başlangıçtaki korku ve önyargıları bir süre sonra vicdan, merhamet ve birlikte var olma refleksine evriliyor. Film tam da bu geçişi incelikli bir dille kuruyor. Kimin ev sahibi, kimin yabancı olduğu ve bu denizin, bu coğrafyanın “gerçek sahibinin” kim olduğu gibi sorular ise hikâyenin alt katmanında güçlü biçimde dolaşıyor. Bimba, kısa süresine çok şey sığdıran, hem biçimsel cesaretiyle hem de insanlık hâllerine dair sade ama etkili gözlemleriyle öne çıkan bir çalışma. Teknenin metaforik kullanımı, filmin duygusal geçişlerini seyirciye başarıyla aktarıyor ve finalde bıraktığı sıcaklıkla akılda kalıcı bir izlenim yaratıyor.
Bizim Olan Her Şey (Yön. Deniz Kezik, 2025)
Bizim Olan Her Şey, tek bir günün içine sıkışan yol hikâyesi üzerinden hem büyük bir gerilimi hem de güçlü bir toplumsal arka planı izleyiciye hissettiren filmlerden biri. Genç bir kadının sabah evden çıkarken kendini erkek gibi kamufle etmesiyle açılan film, başından sonuna kadar kimliğini saklamak zorunda kalan bir kadın karakterin taşıdığı tedirginliği seyirciye doğrudan geçiriyor. Yol boyunca kullanılan araç, filmde adeta kapalı bir toplum maketi gibi işliyor. Kırsal bir coğrafyada, tanımadıkları bir şoförle paylaşılan dar alan; geçmişten bugüne kültürün içinden devralınmış eril dilin, önyargıların ve gündelik şiddetin nasıl sıradanlaştığını soğukkanlı bir akışla ortaya koyuyor. Tüm bu atmosferi kurarken filmin teknik tarafı da övgüyü hak ediyor: Araba içinde çekilmiş sahneler hem doğal hem de yoğun bir gerçeklik hissi yaratıyor. Film, hem biçimsel sadeliği hem de anlatısal netliği sayesinde seyirciyi sürekli tetikte tutmayı başarıyor.
Bizim Olan Her Şey’in asıl gücü ise finalindeki sessiz ama sert çıkışta toplanıyor. Yol boyunca neredeyse hiç konuşmayan, her türlü küfürü ve pervasızlığı içine atan genç kadın, içindeki gerilimin nihayet taştığı o anda kimliğini saklamayı bırakıyor ve bir kadın olarak görünür olmayı seçiyor. Filmin uzun süre gerdiği yay, bu noktada güçlü bir eyleme dönüşüyor: filmin tüm yolculuğuna damgasını vuran bu an, hem karakterin kendi bedenine ve hayatına dair sözünü hem de eril düzenin sessizce normalize ettiği baskıya yönelik bir itirazı temsil ediyor. Kezik’in filmi, kısa süresine rağmen hem toplumsal kodlara hem bireysel cesarete dair yoğun bir anlatı kuruyor. Finaldeki bu tek hamle ile izleyicide kalıcı bir yankı bırakmayı başarıyor.
Mutlu Ayaklar (Yön. Sevgi Esman, 2025)
Mutlu Ayaklar, dijital çağın tuhaflıklarını ve gençlerin hayatta kalma stratejilerini kara komedi tonuyla bir araya getiren, enerjik ve yaratıcı bir kısa film. Asgari ücretin bile altındaki güvencesiz iş koşullarından bunalan Semanur’un internette para kazanma yollarını arayışı, günümüz gençliğinin geçim derdini ve “kolay yoldan yaşam kurma” arzusunu oldukça sahici bir yerden yakalıyor. Semanur’un online bir platform için ayak fotoğrafları çekmeye başlaması, dahası gizlice annesinin ayaklarını kullanması, hikâyeyi hem absürd hem de şaşırtıcı biçimde ilerletiyor. Film, bu süreç boyunca mizahı hiç düşürmeyerek kara komedinin en sevilen yanını yakalıyor: Seyirci hem gülüyor hem de “ne hâle geldik” duygusunu aynı anda hissediyor.
Mutlu Ayaklar’ın etkili tarafı, tüm bu komik görünümün arkasındaki gerçeklik oluyor. Yeni jenerasyonun borçla, güvencesizlikle ve sınırlı fırsatlarla sıkıştırılmış yaşamının giderek daha uç yöntemlere yönelmesi. Film, annenin rızasının dışında kullanılan bedenine dair rahatsız edici bir sınır aşımı gösterse de bunu salt şok etkisi için değil, içinde bulunduğumuz çağın tuhaf ekonomisine dikkat çekmek için kullanıyor. Filmin dinamik temposu, doğal oyunculukları, keskin mizahı ise oldukça başarılı. Finali tartışmaya açık olsa da bütün olarak bakıldığında Mutlu Ayaklar, günümüz gençliğinin mücadele biçimlerini hem eleştirel hem eğlenceli bir çerçeveye yerleştiren, akılda kalan bir kara komedi olarak güçlü bir yerde duruyor.
Yaşarım Bence (Müzisyen Olan Değil) (Yön. Toprak Işık, 2025)
Toprak Işık’ın yönettiği Yaşarım Bence, seçkinin en ferah, en genç ruhlu ve en sahici filmlerinden biri. Nergis’in yeni ayrıldığı sevgilisinden uzaklaşmak için Ankara’dan İstanbul’a kaçışı ve burada eski ilişkilerin kapısını çalarken yaşadığı küçük hayal kırıklıkları, filmde öyle taze ve komik bir tonda aktarılıyor ki sıradan bir “kalp acısı” hikâyesi olmaktan hemen çıkıyor. Nergis’in evden eve dolaşırken karşılaştığı insanlar, kimi zaman onun iyiliğini hiç gözetmeyen eski sevgililer, kimi zaman gerçekten yanında duran dost figürleri… Tüm bu figürler İstanbul gecelerinin o hızla akıp geçen atmosferiyle birleşince film sanki tek solukta akıyor. Kurgunun o akışkanlığı, diyalogların inanılmaz rahatlığı ve genç oyuncuların hiçbir şeyi sansürlemeden, sakınmadan ortaya koydukları performanslar filmin gerçek gücünü oluşturuyor.
Yaşarım Bence’nin büyüsü, tüm bu komik ve hafif görünen anların altından çok tanıdık bir duygu çıkarmasında: Dağılsak da tökezlesek de ne yaşarsak yaşayalım hayata yeniden tutunabiliriz hissi. Finaldeki o nefis “yaşarım ben ya, vallahi yaşarım” duygusu seyircinin içine doğrudan işliyor ve film bittikten sonra bile insanın yüzünde bir tebessüm bırakıyor. Mizahı, temposu, gençliğin dünyasını hiç egzotikleştirmeden anlatışı ve bir ilişkiden çıkıp hayata geri dönme hâlini bu kadar sıcak işlemesiyle Yaşarım Bence, genç bir yönetmenden çıkan pırıl pırıl bir iş. Gerçekten “kalbe iyi gelen” kısa filmler vardır; bu onlardan biri.




























