Kimi zaman filmlerde şehirler gözümüze öyle bir görünür ki, onları hikâyeden bağımsız düşünemez hâle geliriz. Gerilim, komedi, aşk, dram… İçeriği ne olursa olsun, filmleri bir yerde mekânlar var eder. İklimler, büyüdükleri ya da görmek istedikleri yerler, karakterlerin ruh hâllerini ve yaşadıklarını şekillendirir. Bu filmleri adeta anlattıkları şehirler yaşatır.
Fil’m Hafızası’nın yazar ekibi olarak bu ayki dosyamızda, arka plan oluşturmanın ötesinde bizi tam anlamıyla atmosferine çeken şehirlerin filmlerini sizler için seçtik. Şimdi arkanıza yaslanın, beraber küçük bir dünya turuna çıkalım.
Before Sunset (Before Sunset, Paris, 2004)
Birbirlerinden haber alamadıkları uzun bir süre sonunda bir araya gelen iki insanın arasındaki konuşmayı, Paris’in güzel manzaraları eşliğinde izleriz Before Sunset’te. Jess, kitabıyla ilgili soruları yanıtladığı bir kitabevinden çıkmak üzereyken, dokuz yıl önce tanışıp güzel bir gece geçirdikten sonra ayrılmak zorunda kaldığı Celine ile karşılaşır. Daha doğrusu Celine, kitabevindeki imza gününe gelir ve ikili Paris sokaklarında bir gezintiye çıkar.
Onlarla beraber izlediğimiz rota turistik bir Paris gezisinden uzaktır: Eiffel kulesinin altından geçmeyiz, Louvre müzesine rastlamayız yol üzerinde; Celine bizi nereye götürüyorsa oraya gideriz. Güzel kafelerin, sokakların o Paris’e özgü havasını ve yukarıdan baktığımız Champs Elysees’yi görürüz.
Paris’in ruhu diyalogların içine işler. Hatta hava durumu, konuştukları konulara göre değişir. Başta iki taraf da hayatlarının ne kadar mükemmel olduğunu anlatırken güneşli bir öğleden sonrası vardır; meseleler duygusallaştıkça Paris de hüzünlü bir havaya bürünür. Sorunsuz gibi görünen yaşamlarının eksik kalan parçaları ortaya çıktıkça ve “Bu kadar zamandır neredeydin?” sorusu büyüdükçe birbirlerine histerik tepkiler vermeye başlarlar. Bu sırada Paris güneşini saklar ve puslanır.
Before Sunset, gün batımına kadar yarım kalmış hikâyelerin, yapılan seçimlerin insanların hayatını nasıl şekillendirdiğini Paris’in tatlı atmosferiyle anlatan, bunu anlatırken de şehir güzellemesi yapmaksızın, usulca hikâyesinde eriten duru bir film. (Nil Yüce)
City of God (Cidade de Deus, Rio de Janeiro, 2002)
“Size, kartpostallarda gördüğünüz Rio de Janeiro’nun farklı bir yüzünü göstereceğim!”
Sıcak Latin güneşinin altındaki paramparça sokaklarda, yanık tenli insanların var olma mücadelesini anlatan Cidade de Deus, başkarakter Rocket’in de dediği gibi bilinen Rio de Janeiro’dan çok daha farklı bir manzara ortaya koyar. Şehrin zengin, lüks yakasını bir kenara bırakarak gettolara iner kamera. Dar, dolambaçlı sokaklarda, mülteci semtlerde, genelevlerde, uyuşturucu atölyeleri olarak kullanılan gizli, kapalı, izbe evlerde can havliyle kaçışan bir tavuğun telaşıyla dolanır. Alabildiğine sert ve acımasız bir kentin, şiddetin bağrında doğup büyüyen çocukların portresini çizerek müthiş bir sinema deneyimine dönüşür.
Gerçek bir olaydan esinlenerek çekilen Cidade de Deus, yönetmen Fernando Mierelles’in bir klip estetiğiyle belgesel gerçekçiliğini harmanladığı kamerası sayesinde sıra dışı bir anlatım stili ortaya koyar. Dur durak bilmeyen kamera, sokaklarda özgürce dolaşarak kentin, kimsenin anlatmaya cesaret edemediği otuz yıla yayılan öyküsünü dile getirir, tüm parlak renklerin Brezilya güneşinin altında soluşunu, tozlanışını anlatır. Tükenmeyen enerjisi, baş döndüren kurgusu ve oyuncuların oldukça gerçekçi performanslarıyla son yılların en başarılı hümanist filmlerinden birisi olarak yerini alır. (Emrah Öztürk)
Cyclo (Xich lo, Ho Chi Minh City, 1995)
Vietnam’da çekilen ilk film olup Altın Aslan ile ödüllendirilen Cyclo, Ho Chi Minh şehri (halk arasında kullanılan adıyla Saygon) caddelerinde bisiklet ile taksicilik yapan kendi hâlinde genç bir adamın, hayatının aniden tepetaklak edilişini, kendini suçun ve mücadelenin ortasında bulmasını etkileyici bir üslupla anlatıyor.
Kardeşleri ve dedesiyle sefalet içinde yaşayan bisikletçi, çete mücadelelerinin yaşandığı sokaklarda taksicilik yaparken bisikletini çaldırır. Patronuna durumu anlatan genç, bir anda kendisini karanlık ve karmaşık bir dünyada bulur. Alıkonularak suça bulaştırılır. Kendisi bu çetenin içerisinden çıkmaya çabalarken kız kardeşi de bedeniyle zenginlerin fetiş fantezilerini gerçekleştirir. Üstelik kendisini pazarlayan ve kardeşini alıkoyan adama âşıktır.
Karakterler arasındaki ilişkilerin kimi zaman oldukça belirsiz bırakıldığı Cyclo, sembolik ve kapalı bir anlatıma sahip. Şaşaalı bir gangster filmi formülü uygulamak, hiyerarşi içerisinden bir yükseliş öyküsü anlatmak gibi dertleri olmayan Anh Hung Tran’ın dünyası, güçlü ya da zayıf olsun, bu kaosa bulaşmış neredeyse herkes için yıkım barındırıyor. Şehrin merkezine bu denli yakın olan suç dünyasının kişileri, bir yandan suç işleyip zarar verirken bir yandan da kendilerini tüketiyorlar. Filmin tamamının geçtiği kirli, gürültülü ve kalabalık; ama coşkulu ve yoğun, hiç durmayan bir yaşam ve mücadele içeren Saygon, sadece filmin mekânı olarak kalmayarak hikâyenin beslenmesini de sağlıyor. Saygon’un her yerinden minik ama etkileyici anlar çıkaran Tran, başka bir şehirdenmiş gibi görünen, kapalı bir sitenin içindeki steril yaşamları gösteren finalini şehrin bambaşka bir atmosferdeki sokaklarında bitirerek son sözünü de gayet anlamlı söylüyor. Böylesi bir macera ve yıkıma kimlerin maruz kimlerin seyirci kalacağını, kimlerinse hiçbir şeyden haberi olamayacağını gayet çarpıcı bir şekilde gösteriyor. (Simon Sağlamoğlu)
Don’t Look Now (Don’t Look Now, Venedik, 1973)
İngiltere’deki evlerinin bahçesinde oynarken göle düşüp boğulan kızlarının ardından toparlanmaya çalışan genç bir çift, eski bir kilisenin restorasyon işleri için dört yanı denizlerle çevrili rüya şehir Venedik’e yerleşir. Yaz sezonunu geride bırakan kent, karamsar çehresini biraz daha ortaya çıkarır her yeni gün. Gökyüzü koyulaşır, oteller boşaltılır, eşyalar beyaz çarşaflarla sarmalanır. Biçimsiz heykeller ve labirenti andıran dehlizler artık daha tekinsizdir. Huzursuz eden atmosferi ve sularından fırlayan cesetleriyle ölümü çağrıştıran, çağıran Venedik, bu hâliyle bir rüyadan çok karabasana benzemektedir.
Korku sinemasının alt türlerinden Okült’ün en yetkin örneklerinden biri olan Don’t Look Now, Venedik’i, konu ettiği ailenin içinde bulunduğu bunalımla özdeşleştirir. Rutubet kokan kanallardan şehri birbirine bağlayan köprücüklere kadar her şey içsel bir çözümlemenin somut materyalleri gibidir. Bütün kötücül olaylarda bir şeylere yetişememenin, zamanında fark edememenin, yanlış yorumlamaların etkisi hissedilir. Boğularak ölen küçük kız her yerde; şehri çevreleyen sudaki yansımalarda, medyumun o sularla aynı renkteki kör gözlerindedir.
Teknik başarının cisimleştiği film, Nicolas Roeg’in ellerinde ezoterik bir şahesere evrilir. İleriye ve geriye doğru yapılan sıçramalar filmin dramatik yapısını inşa etmekle kalmaz, anlatının temel parçası hâline gelir. Kurgu ve alegorik anlatım, gizemi de gerilimi de hikâyenin akışından çok daha cömert bir şekilde verirken Don’t Look Now’a yön veren sinematografiden rol çalabilen tek şey, baştan sona kırmızıya boyanmış bir korku tüneline öykünen Venedik’tir. (Soner Yıldırım)
Eastern Plays (Iztochni Piesi, Sofya, 2009)
Hayatın anlamını aramaya yeltenmek, her zaman herkesi başarıyla sonuçlanacak yollara götürmeyebilir. Kulağa sıradan gelse de, aslında zor ve meşakkatli bir yolculuktur. Hele ki ortada birbirinden uzaklaşmış insanlar, şehrin sıradanlığına ve renksizliğine kendini kaptırmış yetişkinler, bu yetişkinlerle gençler arasında filizlenip büyüyen kuşak farklılıkları, sevgisizlik, uyuşturucu ve ırkçılık gibi sorunlar varsa… Bazen tek çözüm, sadece sevgiye yönelmek olabilir.
Bulgar yönetmen Kamen Kalev’in 2009 yapımı filmi Iztochni Piesi (Eastern Plays, Filmekimi kapsamında ülkemize gelen film, Türkçe’ye “Şark Oyunları” olarak çevrilmişti), biri (Itso) sanatçı ruhlu bir uyuşturucu bağımlısı, diğeri (Georgi) ise ırkçı bir gençlik grubu mensubu olan iki kardeşin bir gece Sofya’nın arka sokaklarında Türk bir aileye karşı gerçekleştirilen saldırı sonucu karşılaşması ile başlıyor. Itso’nun (Christo Christov) Türk ailenin kızı olan Işıl (Saadet Işıl Aksoy) ile tanışması sonrasında gelişen olaylar, yönetmen Kalev tarafından umut, hoşgörü, sevgi, iletişim ve özgürlük konuları çerçevesinde, Bulgaristan’ın başkenti Sofya’nın içinde bulunduğu ruh hâlini ve bu hâli betimleyen etkileyici görüntülerini de arkasına alarak, sade ama akıcı şekilde seyirciye yansıtılıyor.
Monotonluktan uzaklaşmayı tam anlamıyla başaramayan senaryo ve zaman zaman yerine oturmamış hissi veren diyaloglar haricinde oldukça başarılı bir profil çizen Eastern Plays, bir ilk film olduğu gerçeği de göz önüne alındığında, çeşitli festivallerden aldığı övgüleri sonuna kadar hak eden, dikkat çekici bir yapım. Filmin başrol oyuncusu Christo Christov’un filmin çekimleri tamamlandıktan kısa bir süre sonra uyuşturucu nedeniyle hayatını kaybetmiş olması ise filme ayrı bir hüzün ve gerçekçilik katıyor. Filmin sonunda aklınıza geldikçe sizi gülümsetecek ayrıntılardan biri de, çoğu zaman hayatın tek eksiğinin sadece biraz tuz ve biber olması gerçeği… (Nihan Ölmez)
The Host (Gweomul, Seul, 2006)
Han nehri kıyısında bir büfe işleten Park Hee-bong, ailesiyle birlikte sakin bir yaşam sürmektedir. Bir gün nehirden çıkan devasa bir canavar insanlara saldırınca Park, ailesiyle tek vücut olup hayatta kalma savaşı vermeye başlar. Güney Kore’nin Seul kentinde yaşanan bu canavar tehdidinin arkasında büyük güçlerin parmağı olduğunu ise kimse bilmez.
Gweomul, B filmlerinden dirilip gelen bir canavar istilası hikâyesini hem bir aile dramıyla, hem de bir adamın koca bir kentte küçük bir büfeyle var olma çabasıyla harmanlayarak bol katmanlı bir yapı inşa eder. Başarılı görsel efektlerinin, sürekli makas değiştiren senaryosunun yanı sıra Seul’un sokaklarıyla kurduğu ilişki de dikkate değerdir. Filmin komedi, gerilim ve macerayla çeşnilenen tuhaf duruşunun kaynağının bu sokaklardan ileri geldiğini bile söylemek mümkün. Büyük odakların caddelere, yollara enjekte ettiği kaos, hegemonik bir sürecin yansıması gibi ilerler. Kaotik olana adapte olması için halkın önce onu sokaklarında yaşatması ve sindirmesi gerektiğinden Gweomul da kentin her köşesine kamerasını sokarak bu sürecin nasıl vuku bulacağını meraklı gözlerle takip eder. (E.Ö.)
The Illusionist (L’illusionniste, Edinburgh, 2010)
1950’li yıllardayız. Tanıtım afişinden isminin Tatischeff olduğunu anladığımız, yaşı ilerlemiş bir sihirbazın peşine takılıyoruz. Paris’te, Londra’da büyük salonlarda gösterilerini yapıyor Tatischeff. Ancak bu kocaman şehirlerde yaşayan insanlar, artık onun şapkasından çıkardığı huysuz tavşanı, sihirli sigaralarını ya da aniden fırlayıveren çiçeklerini umursamıyor.
Sihirbazımızın yaptıklarından büyülenen tek kişi bir İskoç oluyor. İçmeyi pek seven bu İskoç adamın Tati’yi davet ettiği küçük kasabasında insanlar mutlu. Küçük ve huzurlu dünyalarına bir sihirbazın gelişi ayrı bir heyecan katıyor. Ancak kültürlerini, müziklerini, danslarını kendi kendilerine yaşatan bu halkın dikkati de ampullerin ilk kez kurulup barı elektrikle aydınlatmaya başlamasıyla dağılıyor.
Barın sahibinin kızı Alice, Tati’nin peşine takılıyor, biz de onlarla birlikte kendimizi 1950’lerin Edinburgh’unda buluyoruz. Caddeleri, sıra sıra mağazalarıyla büyüleyici bir şehir olan Edinburgh, çok geçmeden, genç bir kadın olma yolunda ilerleyen Alice’i etkisi altına alıyor. Sihirbazımız, onu mutlu etmek için bütün “sihirli güçlerini” kullanıyor. Aralarında neredeyse dede-torun tatlılığında bir bağ bulunan bu iki yalnız karakterin şehre uyum sağlamaya çalışmasını yüzümüzde bir tebessümle izliyoruz. Işıldayan Edinburg’un onlar için neler planladığını ilerleyen zamanlarda öğreniyoruz.
L’illusioniste ne çok sessiz, ne de çok konuşkan bir film. Tam ikisinin ortasında duran, –karakterlerle benzer şekilde– derdini mırıltılarla anlatan, nostaljinin naif haline biraz da hüznün karıştığı bir hikâye. (N.Y.)
In Bruges (In Bruges, Bruges, 2008)
Bruges şehri nerededir? Tabii ki Belçika’da.
Orta Çağ Avrupası’nın dokusunu taşıyan karanlık, hüzünlü ve bir o kadar da masalsı bir ruhu vardır. Her şeyden önce yapayalnız, melankolik bir kenttir. Her köşesinde hem bir cinayet işlenmesi mümkündür, hem de insanın içini ısıtacak bir aşkın hissedilmesi. Tuhaf bir yerdir. Kimse orayı bilmediğini söylese de dünyanın tüm acıları ve sevgisi orada hissedilmektedir.
Bruges’e gönderilen kiralık katil Ray ve Ken üç hafta boyunca kentin göbeğindeki otelde saklanmak zorunda kalır. Ken, zaten doğuştan bir turisttir; müzeleri, sanat galerilerini gezmeye, bulunduğu şehrin tarihini araştırmaya bayılmaktadır. Ancak Ray için Bruges tam bir cehennemdir, orada kalmaktan nefret eder ve kaçmak için can atar. Derken patronları Ray çıkagelir ve Bruges’de soluksuz bir macera başlar.
Son yılların en başarılı kara filmlerinden olan In Bruges, gücünü ironik dilinden ve kentin büyüleyici havasından alır. Başlangıçtan finale kadar özenle yazılmış diyaloglar seyirciyi hem güldürür, hem de ince ince iğneler. Dünyadan kopmuş gibi duran bu kentin toplumsal tahammülsüzlükler, ötekileşme ve ırkçılık gibi küresel problematiklerden aslında hiç uzak durmadığını gösterir film. Bir anda baş gösteren şiddet ve umulmadık zamanlardaki espiriler In Bruges’ün tuhaf ve karanlık atmosferiyle bire bir örtüşür. Harry, Ken ve Ray arasındaki kovalamaca ve hesaplaşma bize filmin baş aktörünün aslında Bruges olduğunu açıkça gösterir. (E.Ö.)
Kosmos (Kosmos, Kars, 2010)
Reha Erdem’in altıncı filmi olan Kosmos, Ermenistan sınırındaki Kars’a bilinmeyen bir yerden gelen meczup bir adamın, mucizelerle başlayan fakat hayal kırıklığına dönüşen hikayesini; değdiği her insanın hayatında, küçük ya da büyük olsun, değişimler yaratışını anlatır. Çalışmak istemeyen, avare gezinen, aşk arayan bu tuhaf adam kiminin hastalıklarına, kiminin yoksulluğuna, kimininse ruhuna iyi gelir, gelmeye çalışır. Fakat zaman ilerleyip Kosmos’a kaldırabileceğinden fazla anlam yüklendikçe, herkes yıpranmaya, şifa veren eller kanatmaya başlayacaktır.
Bir yanında çekinilen bir sınır komşusu, öte yanlarında karla kaplı belirsizlikler bulunan Kars, film için olabilecek en uygun koşulları barındırmaktadır. Erdem, idealindeki motif olan Kosmos’u kapalı yaşayan, yabancılardan ve düzenlerinin bozulmasından korkan bir toplumun içine fırlatarak bir dönüşümün imkanını, tüm o sınırların genişleme kapasitesini arıyor gibidir. Herkese iyi gelmeye çalışan, bu uğurda kendini yıpratmaktan da çekinmeyen Kosmos’un yarattığı etkinin büyüklüğü bir yana, saygı görmesinin bir sebebi de ondan çekinilmesidir. Mucizeler yaratan, şifa dağıtan; fakat yine de bir yabancı olan, içerisinde hala ifşa olmamış belirsizlikler bulunan Kosmos’un barınması, işler sarpa sarınca imkansızlaşır.
Erdem çoğu kez Kosmos eşliğinde bizi şehir meydanına, evlere, dükkanlara, sokak aralarına, mezbahaya ve başka bir sürü yere sokarak sorularına cevap arar. Biz de bu serüven eşliğinde Kars’ın her bir yanını yaşayıp kendi sorularımıza yanıtlar bulma şansına erişiriz. (S.S.)
L’immortelle (L’immortelle, İstanbul, 1963)
Edebiyata Yeni Roman akımıyla katkıda bulunan, sinema alanında da özel çalışmalar gerçekleştiren Alain Robbe-Grillet’in ilk filmi olan L’immortelle, yolu bir şekilde İstanbul’a düşmüş Fransız bir adamın, karşısına çıkan gizemli bir kadın eşliğinde şehri arşınlayışını ve üstesinden gelemeyeceği bir esrarın içine yavaş yavaş sürüklenişini konu edinmektedir. Yabancılığı her halinden belli olan ve bu yabancılığı üzerinden atmayı başaramayan adamın hikâyesi, hafızasında yaşadığı karmaşanın gitgide artmasıyla birlikte oldukça ilgi çekici bir hâl alır. Hikâyesini İstanbul’un benzersiz coğrafyasında anlatmayı seçen Robbe-Grillet, şehre dışarıdan bakabilen ama yakaladığı ince ayrıntılarla da bölgeyi iyi tanıdığını belli eden bir yaklaşım sergiler.
İkilinin tanışmasıyla birlikte başlayan İstanbul gezileri; şehrin farklı camileri, tarihi surlar ve bunlara yakın eski yerleşimler, çarşılar, vapurlar ve deniz kıyısındaki köşkler arasında gerçekleşir. Kadın sürekli bulundukları coğrafyaya dair bir şeyler anlatır, insanların yaşayışlarından ve kadınların esaretinden bahseder. Adam ise çoğu kez bunları anlamlandıramaz, kendileri ile anlatılanların alakasını fark edemez. En nihayetinde kadın aniden ortadan kaybolur. Adam ise, tanıştıkları insanlardan sorarak kadının nerede olabileceğini öğrenmek için uğraşır. Fakat kadının ismi hakkında bile kimsenin ortak bir kanısı yok gibi görünmektedir.
L’immortelle, şehrin dokusunu oluşturan mekânlarda dolaşarak, yönetmenin kadın karakteri eşliğinde anlattığı hikâyeler ve kimi gerçeküstü anları sayesinde seyirciyi yabancılaştırıp zor görünecek bir İstanbul tasviri sunmaktadır. (S.S.)
Lost in Beijing (Ping guo, Pekin, 2007)
Ping guo, Pekin’de bir ayak masajı salonunda çalışmakta olan evli bir kadındır. Salonun sahibi bir gün kendisine tecavüz edince cam silerek para kazanan kocası önce patronla ardından da patronun karısıyla görüşür. Patronun karısı ise alternatif olarak kendisiyle yatmayı teklif eder.
Çin’in hızla büyümesi ve ekonomik anlamda kalkınmasının getirdiği negatif olumsuzluklardan birisi olan toplumsal ve ahlaki çöküşü anlatan Ping guo, Pekin’i kendisine fon yaparak bir nevi kapitalizmle gelen değer yitimini karakterler üzerinden anlatır.
Çince ’Elma’ anlamına gelen Ping guo, ‘Adem’le Havva’nın yediği yasak meyve’ söylencesiyle yorumlandığında filmin yasakla ve ahlaki olanla kurduğu ilişki de daha net anlamlandırılabilir. Filmin İngilize’ye Lost in Beijing (Pekin’de Kaybolmak) diye çevrilmesiyse merkezdeki sistem eleştirisine, kaybolan değerlerin mikro değil, makro düzeyde olduğuna vurgu yapmakta ve Pekin şehrinin gelişirken uğradığı dönüşüme odaklanmaktadır. (E.Ö.)
The Man Who Knew Too Much (The Man Who Knew Too Much, Marakeş, 1956)
Dr. Benjamin Kenna ve karısı Josephine, Marakeş’e tatile giderler. Orada bir otelde kalacak, alış veriş yapıp kenti gezeceklerdir. Daha tatilleri başlamadan otobüste karşılaştıkları gizemli bir Fransız, tüm planlarını altüst eder. Marakeş’in pazar yerindeki bir cinayete tanıklık eden Dr. Benjamin, ölmekte olan adamın söylediği şifreli sözleri hemen kâğıda yazar. Bazı güçler, bu bilgi yüzünden Kenna çiftinin çocukları Hank’i kaçırırlar ve Fas’ın içinde delice bir arayış başlar.
Gerilim üstadı Alfred Hitchcock’un 1934 yılında çektiği aynı isimli filmini 1956 yılında yeniden çeker. Müzik dalında Oscar ödülü kazanan film, aynı zamanda Cannes’da Altın Palmiye’ye aday gösterilir. Yine tıkır tıkır işleyen komplike senaryosu ve gerilimin git gide artmasıyla buram buram Hitchcock kokan film, finalindeki konser görüntüleriyle de akıllara kazınır.
Ustanın sıkça kullandığı “derin devlet, casuslar ve başına çoraplar örülen masum karakterler” üçgeninde The Man Who Knew Too Much, Orta Doğu’da dönen politik oyunları dile getirir. Filmin özellikle ilk yarısına damga vuran ise karakterlerden ziyade Marakeş’in kendisidir. Etnik bir tablo içinde sunulan Faslıların yaşamları, inançları, kıyafetleri, yemek kültürleri ile birlikte dolambaçlı sokakları, pazar yerleri ve Arabesk mimarisiyle kent, başarıyla peliküle aktarılır. Ve bu Doğu kentinin keşmekeş yapısı Hitchcock için yine bir gerilim öğesine dönüşür. (E.Ö.)
The Mirror (Ayneh, Tahran, 1997)
Yollar, otobüsler, dolmuşlar, taksiler… Bunlar, insanların sürekli bir etkileşim hâlinde, çoğu kez tanımadıkları kişiler ve dertleriyle muhatap oldukları mekânlara dönüşme potansiyeli barındırır. Jafar Panahi ikinci filmi olan The Mirror ile birlikte, bir şehrin hatta bir ülkenin yaşayış şekilleri ve koşullarına, sosyal dinamiklerine ve cinsiyet rollerine etkileyici bir şekilde bakarken, filmin mekânlarını da saydığımız kamusal alanlarla oluşturuyor.
Okul çıkışına gelmeyen annesi nedeniyle bir başına kalan Mina’nın evini bulma amacıyla giriştiği mücadeleyi anlatan The Mirror, film içinde film modelini dönüştürüp kurmaca ile belgesel formları arasında bir yolda ilerleyerek, seyirci için filmin hikâyesi kadar ilgi çekici bir biçim dili geliştiriyor.
Küçük bir kızın Tahran caddelerinde koşuşturmasıyla ilerleyen The Mirror, Mina’nın her adımında yanında beliren ve ona yardımcı olmaya çalışan insanların anlattıklarıyla, ki bu hikâyeler kimi zaman gizli bir dinleme ve gözetleme hâlinde gerçekleşiyor, şekillenerek bir şehir filmine dönüşüyor. Kızın işlevsel bir şekilde temas edip aynı ortamda bulunarak konuşmalarını kaydettiği insanlar sayesinde aile, yaşlılık, kadın erkek ilişkileri ve çalışma hayatı gibi mevzularda birçok farklı düşünce ve yaşayış şeklini göstererek Tahran’dan etkileyici anlar sunmayı başarıyor. Senaryosundaki şaşırtıcı kırılmalar, kamera ile oyuncunun değişen ilişkisi ve şehirlilerin hikâyelerinin yanı sıra küçük kızın fiziksel ve zihinsel özellikleri nedeniyle sahip olduğu ayrıksı konumun altını da çizen The Mirror, bir çocuğun şehir ile olan yalnız mücadelesinin nasıl bir deneyim olduğunu gösterdiği için de önemli bir film. (S.S.)
Naked (Naked, Londra, 1993)
Mike Leigh’in en önemli filmlerinden olan Naked, Manchester’dan Londra’ya gelen Johnny’nin eski sevgilisinin eviyle başını sokabileceği başka yerler arasında dolaşmasını; içine düştüğü umutsuzluğa rağmen bir şekilde yaşamak, başkalarının hayatına değebilmek için çabalayışını, Londra’nın karamsar atmosferi içerisinde anlatıyor.
Johnny, karşısına çıkan her insana karşı alaycı ve ironik bir dil kullanır. Kimi zaman küçük gördüğü, kimi zamansa tuhaf bir şekilde ilgisini çeken insanlarla sürekli konuşur, onları açmaya, kendisine uymayan düşünceleri yıkmaya çalışır. Görünürde bu ilişkilere kalacak bir yer bulma amacıyla giriyor gibi görünse de, asıl mesele kendisinde eksik olan duyguları giderme, en küçük ayrıntılarına kadar düşündüğü meselelerini paylaşma isteğidir. Benzer şekilde bir şeyler paylaşma gereksinimi konuştuğu neredeyse her insan için gereklidir; fakat kimileri gömüldükleri karanlıklarında bu ihtiyaçlarının farkına varmaktan bile uzaktırlar.
Modern değerlerin absürtlüğünü Johnny aracılığıyla haykıran Leigh, filmini yoğun diyaloglar ve kapalı mekanlarda geçen sahnelerle anlatır. Johnny’nin kendine kalacak yeni bir yer bulma amacıyla sokağa çıktığı sınırlı sayıda anlarsa, Johnny için her seferinde hayal kırıklığı ile sonuçlanır. Sokaklar kasvetten başka bir şey barındırmıyorken, evlerin içinde de insanlar dibe vurmuş haldedir. Keskin bir insanlık eleştirisi yapan Leigh, Londra’ya yüklediği duygu ile amacına ulaşır. (S.S.)
Roman Holiday (Roman Holiday, Roma, 1953)
Ülkesinin dış ilişkilerini kuvvetlendirmek için başkentleri içeren bir Avrupa seferine çıkan Prenses Ann, bürokrasiden sıkılıp elçilik sarayından gizlice kaçar. Maiyeti, olayı türlü yalanlarla örtbas ede dursun, Prenses, gerçek kimliğinden habersiz insanların arasında sıradan biri gibi dolaşabilmenin keyfini sürmektedir. Roma sokaklarının bugünkü keşmekeşinden uzak caddeleri adımlanırken nam-ı diğer aşk çeşmesi Phanteon’dan İspanyol Meydanı’na kadar şehrin bütün güzellikleri gözlerimizin önüne serilir. Günün sonunda O, Amerikalı bir gazeteciye âşık olur, bizse tek günlük bir şehir turu atmış kadar olduğumuz Roma’ya…
Tamamı Roma’da çekilen ilk Amerikan filmi olan Roman Holiday aynı zamanda Audrey Hepburn’ün başrolde oynadığı ilk yapım olma özelliğini taşıyor. Hepburn, onu önemli bir yıldız hâline getiren filmde tarihi dokusunu ilk günkü gibi koruyan şehirle kadrajın odağı olmak için adeta savaşıyor. Nitekim William Wyler’ın, filmi siyah beyaz çekmesinin tek nedenini de Roma’nın büyülü ve romantik görüntülerinin, karakterlerin önüne geçmesi endişesi oluşturuyor. Asıl soru, söz konusu şehir Roma olunca böyle bir amaç ne kadar süre işlevini koruyabiliyor?
Şehir ve film temasına romantik bir dokunuş yapan filmde her şey olması gerektiği gibi sonlanıyor. Böylelikle ölümsüz şehir, çok eski çağlardan beri tanıklık ettiği aşk hikâyelerine bir yenisini daha eklemiş oluyor. (S.Y)
Salaam Bombay! (Salaam Bombay!, Mumbai, 1988)
Hintli yönetmeni Mira Nair’e, En İyi Yabancı Film dalında Oscar ve BAFTA adaylıkları ile 41. Cannes Film Festivali’nin Camera d’Or ödülünü getiren 1988 yapımı Salaam Bombay!, evine geri dönebilmesi için gereken parayı Mumbai şehrinin arka sokaklarında biriktirmeye çalışan on iki yaşındaki Krishna’nın (Shafiq Syed) hikâyesini belgesel gerçekliğiyle anlatmayı başaran bir film.
Annesi tarafından bir sirkte çalışması için bırakılan, ancak bir süre sonra sirkin taşınmasıyla bir başına kalan Krishna’nın eve dönebilmesi için kazanması gereken para 500 Rupi. Bu meblağ, günümüz şartlarında 18 Yeni Türk Lirası’na tekabül ediyor. Gelin görün ki Krishna’nın (daha sonra edineceği adı ile Chaipau) bu parayı elde etme umudu ile dolu yolunda yalnızlık, imkânsızlık, uyuşturucu satıcılığı, fahişelik, evsizlik, kimsesizlik ve çaresizlik gibi bir çok olumsuz etken var. Siyasi otoritelerin genellikle halının altına süpürüvermek istedikleri türden bir yoksulluk içinde, Hindistan’ın en kalabalık şehrinin görünmeyen yüzünde, gerçek mekânlar ve gerçek insanlar kullanılarak çekilen film, o denli sahici ve o denli içten.
Ama aslında filmin gözler önüne serdiği arka sokaklar, turistik tatillerinizde görmek istemeyeceğiniz cinsten. Öylesine sıcak, yapış yapış ve alabildiğine yoksul… (N.Ö.)
***
Taxi Driver (Taxi Driver, New York, 1976)
New York’un renkli ama aslında karanlık caddelerinde dolaşan bir taksi… Fahişeler, uyuşturucu satıcıları, pis sokaklar, porno filmler… Şehrin en kirli hâli… Direksiyonun başında bir uykusuz: Travis Bickle (Robert De Niro). Vietnam’dan sağ dönmüş, dengesiz bir adam. Yalnız. Sevdiği şeylerin ölesiye peşinden koşan; nefret ettiklerindense ölesiye tiksinen bir anti kahraman…
Martin Scorsese’ye, bir Oscar adaylığı, iki BAFTA, bir de Palme d’Or getirmiş olan 1976 yapımı Taxi Driver’da New York şehrinin karanlık sokaklarında taksicilik yapan bir adamın, sosyal izolasyon, iletişim sorunları ve depresyonun kucağında günden güne kendini nasıl bir kahraman hâline getirdiğine ve şehrin de bu süreç içerisinde kahramanımızın gözünde nasıl çaresizce kurtarılmayı bekleyen bir kurbana dönüştüğüne şahit oluyor; modern şehir insanının bunalımına da yakından bakma fırsatı buluyoruz. Politik göndermeler ile sosyal eleştiriyi başarılı şekilde harmanlayan film, unutulmaz replikleri ve özellikle başrol oyuncusu De Niro’nun başarılı karakter yorumlamalarıyla akıllara kazınıyor.
“On every street in every city, there is a nobody who dreams of being a somebody.”. (N.Ö.)
Tokyo Godfathers (Tokyo Godfathers, Tokyo, 2003)
Bir Noel arifesi, Tokyo sokakları karla kaplı. Mucizeler için güzel bir gün. Çöplerin arasında kah gülüp kah birbirleriyle atışan üç evsize kilitleniriz: İçmeyi çok seven ve ailesini geçmişte bırakmak zorunda kalan Gin, bir süre önce evden kaçan, kafası karışık asi genç kız Miyuki ve rujunu dudaklarından eksik etmeyen, dramatik tavırları ve okuduğu haikularıyla üçlünün şüphesiz en renkli kişiliği Hana.
Aralarında konuşurlarken duydukları bebek ağlaması, ilerleyen saatlerde hayatlarının bütün gidişatını değiştirir. Kiyoko (“saf gece” anlamına geliyor) adını verdikleri terk edilmiş bebeği ailesine geri vermeyi kendilerine amaç edinirler ve araştırmaya koyulurlar.
Tokyo Godfathers, tipik bir Noel hesaplaşmasından çok daha farklı bir duruşa sahip. Tabii ki olay örgüsünün tesadüflerle ve şansla kurulması söz konusu; ancak hikâyenin kahramanlarının başlarını sokacakları bir çatı olmaksızın yalnızca bir bebeğin ailesinin peşine düşen evsizlerden oluşması, bizi insanlarla ve insanlıkla yüzleştirmekten ziyade Tokyo’nun bütün sokaklarının telaşla dolaştıran yarı-fantastik, masalsı bir hikâye olma özelliğini taşır.
Yüzde tatlı bir gülümseme bırakan Tokyo Godfathers, içindeki kara batıp çıkmanıza rağmen içinizi ısıtacak bir film. (N.Y.)
Vicky Cristina Barcelona (Vicky Cristina Barcelona, Barselona, 2008)
Woody Allen’ın hem filmografisinin bütün özelliklerini taşıyan, hem de onun şehri algılayışını en güzel yansıtan filmlerden biri Vicky Cristina Barcelona.
Hikâyemiz sıcak Barselona güneşinde ısınan yanık tenlerin, konsolos çiçeklerinin, kahverengiyle sarının (epey bir) karışarak birbiriyle dans ettiği bir atmosferde geçiyor.
Vicky ve Cristina filmde birbirlerini tamamlayan iki zıt karakter olarak karşımıza çıkar: Vicky (Rebecca Hall), evlilik yolunda emin adımlarla ilerleyen, ayakları yere basan kumraldır. Cristina (Scarlett Johansson) ise romantizmi, aşkı güvende olmakla bağdaştıramayan ve gerçek tutkuyu tekinsiz adamlarda bulabileceğini düşünen hırçın ruhlu bir sarışın. Saç renklerini vurgulamamın sebebi filmde sarışının, esmerin ve kumralın birlikteliğinin açmazlarının Woody Allen’a has bir mizah anlayışıyla aktarılmasıdır
İki arkadaşın tatil sırasındaki odak noktası hâline gelen Juan Antonio (Javier Bardem), Barselona’nın baş döndürücü atmosferiyle de birleşince (cinsellikten ziyade ilişkilere yoğunlaşan her Woody Allen filmindeki gibi) sınırlar ve tabular eriyerek yeni bir ilişki yumağı oluşmaya başlar. Beliren yeni gerçekler (Vicky’nin kafa karışıklığı ve Barselona’da yapılması kararlaştırılan düğünü, Cristina’nınsa giderek kuvvetlenen hisleri) Juan Antonio’nun peşini bırakmayan prangası, tutkulu eski karısı María Elena’nın (Penelope Cruz) ”şiddetli” geri dönüşüyle iyice içinden çıkılmaz bir hâl alır.
Okurken duygusal gerilimlerin ağırlıkta olacağını düşündüren bu tablo bizi yanıltabilir. Vicky Cristina Barcelona, Woody Allen’ın absürd komedi anlayışıyla kusursuz bir şekilde çerçevelediği Barselona’nın, yumuşak İspanyol müzikleri eşliğinde başarıyla harmanlandığı zamansız bir şehir filmidir. (N.Y.)
Wings of Desire (Der Himmel über Berlin, Berlin, 1987)
“Berlin’de asla kaybolmazsınız. Çünkü daima duvarı bulursunuz!”
İkinci Dünya Savaşı sonrası yenilmiş bir ülke, ikiye bölünmüş bir şehir ve bu bölünmüşlük karşısında olağanca gücüyle kendi içine kapanmış, yaralarını bile sarmaktan aciz, ayrıksı bir halk… Siyah ve beyaz bir yaşam… Görmedikleri sürece, duvarın öte tarafının var olmadığına kendini inandırmış insanlar… Hayat “göz hizasından” bunlardan ibaretken, şehri yukardan izleyen melekler için her şey daha farklı.
Cannes Film Festivali’nden En İyi Yönetmen ödüllü Wim Wenders’ın BAFTA adaylığına da nail olmuş , 1987 yapımı filmi Der Himmel über Berlin, Berlin duvarı yıkılmadan önce şehirde yaşamakta olan meleklerden biri ona Damiel’in (Bruno Ganz) aşka düşüşünü ve ardından bir fani olmaya karar verişini anlatıyor. Bu hikâyenin ana çerçevesinde birbirinden uzak insanları, aileleri, biri fani diğer melek olduğu için kavuşmaları imkânsız iki aşığı, aralarındaki duvar yüzünden şehrin bir türlü bir araya gelemeyen iki yakasını ve sosyal, politik daha bir çok konuyu, kuş bakışıyla sunan film; siyah-beyaz ve renkli sahnelerin birbirine geçişi, şehrin doğu ve batı yakasının bu küçük renk oyunlarıyla birlikte dışavurumu ve şiirsel kurgusuyla dikkat çekiyor.
“Bölünmüş bir şehrin üstündeki tek bir gökyüzü” fikriyle gülümseten Der Himmel über Berlin, aşkı göz hizasında yaşamakla şehri göz hizasından görmek arasında gidip gelen, şiirsel, ruhani, sosyal, duygusal, tutkulu, varoluşçu ve politik bir film. (N.Ö.)
çok güzel bir yazı, başarılı bir liste ve mükemmel filmler…