Bu yıl 18. kez düzenlenen London Turkish Film Festival, Türk filmlerini yurt dışında tanıtma, izletme, yabancı izleyicilerin gözünde “Türk Sineması algısı”nı diri tutma amacı taşıyan önemli bir festival. Her yıl 20’ye yakın Türk filmini Londra’daki sinemaseverlerle buluşturan LTFF, Golden Wings Digitürk Dağıtım Ödülü aracılığıyla bir Türk filmini “İngiltere ve İrlanda sinemalarında dağıtımını yapmak” konusunda ödüllendirmekte. Bu yıl da Türk Sineması’nın önemli örneklerinden bir seçki ile karşımıza çıkan LTFF kapsamında izlediğim en iyi 5 Türk filmini yazdım.
Jin (2013)
Türkiye’de !f İstanbul kapsamında, Almanya’da Berlinale’de ve en son İngiltere’de LondonTurkish Film Festival kapsamında gösterilen Reha Erdem’in son filmi Jin, Türk-Kürt meselesine bambaşka bir pencereden, masalsı bir “fabl” dilinden bakmayı tercih ediyor. Reha Erdem, Londra’da filmin gösteriminden sonra yapılan soru-cevap etkinliğinde “Bu filme tarafsız demek beni çok üzer. Böyle bir meselede “tarafsızım” demek bana çok alçakça geliyor.” demişti. Film, 17 yaşındaki karakteri “Jin”in tarafından, insanların insanlık dışı ve zavallı durumlarına şahit olan hayvanların tarafından, hayatın tarafından bakmayı tercih ediyor. Dağda kalsa kalamayan, inse inemeyen “Jin”in öyküsü bu.
Sinemada gerçeküstücü anlatımı seven Erdem, özellikle filmin son karesiyle akıllardan çıkmayacak bir tablo oluşturuyor. Buna benzer birçok karenin filmin tamamında bulunduğundan bahsederken aynı zamanda bu enfes sinematografi için Florent Herry’yi de anmak gerekiyor. Terrence Malick’in The Tree of Life‘ında (2011) olduğu gibi güçlü doğa görüntüleri içeren film, özellikle hayvanları çok doğru bir biçimde kullanıyor ve filmin esas meselesinin en büyük görgü tanıkları hâline getiriyor.
Londra Türk Film Festivali kapsamında gözlemlediğim kadarıyla Kelebeğin Rüyası ile beraber seyirci nezdinde en çok sevilen film olan Jin, festival kapsamında izleyici oylarıyla verilecek olan “İzleyici Ödülü”ne bir adım daha yakın duruyor.
Tepenin Ardı (2012)
SİYAD tarafından “Yılın En İyi Türk Filmi” seçilen ve katıldığı çoğu festivalden adaylıklar ve ödüllerle dönen Tepenin Ardı, özünde Türkiye’ye ait bir film olsa da evrensel açıdan okunmaya bir hayli müsait yapısıyla London Turkish Film Festival kapsamında da en beğenilen Türk filmlerinden biri oldu.
Uçsuz bucaksız taşradaki bir ailenin, tepenin ardındaki kendi yarattıkları yörüklerle amansız mücadelesini, western filmlerini andıran bir yapının doğa odaklı muhteşem sinematografisinde politik, askeri ve sosyal birçok konuya değinerek anlatan film, final sahnesindeki yabancılaştırma manevrayla izleyiciyi ikiye ayırabilecek bir potansiyele bürünüyor. Özellikle Tamer Levent başta olmak üzere tüm oyuncular performanslarıyla büyülerken, Emin Alper ilk filmiyle “ustalık” derecesinde bir iş çıkardığını Berlin Film Festivali, Palic Film Festivali, Sarajevo Film Festivali, Taipei Film Festivali, İstanbul Film Festivali ve OsianCinefan Film Festivali’nde aldığı ödüllerle fazlasıyla kanıtlamış oluyor.
“En büyük düşman, kendi içimizdedir.” düşüncesinden yola çıkarak, kimsenin suçunu üstlenmediği ve hep bu suçu atacak bir “öteki” yarattığını simgesel anlatılarla destekleyen film, düşman yaratmanın ne kadar kolay olduğunu gözler önüne sermekte.
Kelebeğin Rüyası (2013)
Komedi ağırlıklı popüler filmleriyle Türk sinemasında her daim filmleri gişe yapan bir yönetmen olan Yılmaz Erdoğan, oyunculuk kariyerinde Nuri Bilge Ceylan’ın Bir Zamanlar Anadolu’da (2011) filminde ve Bahman Ghobadi’nin Rhino Season‘uyla (2012) kazandığı yükselişi, oradan aldığı sanatsal ivmenin de etkisiyle birleştirerek “Türk Sineması’nda dönem filmi yapılamıyor.” düşüncesini yıkan bir filme imza atmış. 1941 yılının Zonguldak’ında geçen film, hükümet tarafından çıkarılan “Mükellefiyet Yasası”nın ardından 65 yaşına gelene dek yetişkin erkeklerin madenlerde çalışmaya zorunlu tutulmasını anlatan, görsel açıdan unutulmaz bir plan-sekansla açılıyor.
Yılmaz Erdoğan, olgun bir sinemacının izlerini taşıyan sinemasal kabiliyetini filmin bütününe yayarak oldukça özenli bir iş ortaya koyuyor. Bu bağlamda, Nuri Bilge Ceylan’ın uzun tek plan sahnelerinin yetkinliği ve Bahman Ghobadi’nin şiirsel anlatım üslubu Kelebeğin Rüyası’nda öne çıkıyor. Elini attığı her filmi görsel açıdan bambaşka bir boyuta sokarak ustalıkla kotaran görüntü yönetmeni Gökhan Tiryaki ise Kelebeğin Rüyası’nı güçlü yapan faktörlerin ilk sırasında yer alıyor. Bol figürasyon içeren genel plan kullanımının yoğunluğu, oldukça etkili kaydırmalı tek planlar, atmosfere uygun grimsi tonlardaki renk paleti seçimi, işini bilen bir görüntü yönetmeninin “olgun” seçimleri olarak ön plana çıkıyor. Buna, Bora Gökşingöl’ün düzenli kurgusu, Hakan Yarkın’ın incelikli sanat yönetimi ve Rahman Altın’ın etkileyici müzikleri de eklenince tekniksel boyutta hep aradığımız kalitede bir iş ortaya çıkıyor.
Yabancı izleyiciler tarafından festivalde gösterilen Türk filmleri içerisinde en çok beğenilen filmlerden biri olan Kelebeğin Rüyası, Türk Sineması’na sınıf atlattıran yapımlardan biri olarak festivalin en iyileri arasında yer alıyor.
Lâl Gece (2012)
Zamanın, mekânın ve mezhebin belirtilmediği bir köyde 60 yaşındaki bir adamla 14 yaşındaki bir çocuğun töre gereği evlendirildikten sonra gerdek gecesindeki hesaplaşmalarını anlatan film, töre filmlerinin bugüne kadar klasik ele alınış biçimini yapı bozumuna uğratarak töreyi hem erkeğin hem kızın bakış açısıyla ele almasıyla izleyicileri ikiye böldü. Açılıştaki düğün sahnesinden sonra tamamen yatak odasının içerisinde geçen film, klasik töre filmlerinden ayrıksı yapısıyla ayrılan, “dışarıdan” değil “içeriden” bakan, son derece güçlü yazılmış diyalog odaklı yapısıyla, kısıtlı mekânda Gökhan Tiryaki’nin oluşturduğu yaratıcı kadrajlarıyla, İlyas Salman ve Dilan Aksüt’ün başarılı oyunculuklarıyla Türk Sineması’nda çok az rastlanan bir “oda sineması” örneğine dönüşüyor.
Filmekimi, Gezici Festival ve LondonTurkish Film Festival kapsamında olmak üzere 3 farklı festivalde izlediğim filme gelen tepkiler hep ikiye ayrılıyordu. İlk defa bir kadını acındırmadan, erkeği de sistemin tek suçlusu göstermeden “töre filmi” kalıbı ele alındığı için tebrik edenler de oldu, “Kadınla erkeği resmen eşitlemişsiniz.” diye sert çıkanlar da. Fakat bütün bunlar Lâl Gece’nin dünya festivallerden toplamda 27 ödülle dönmesini engellemedi ve film, LTFF kapsamında Golden Wings Digütürk Dağıtım Ödülü’ne layık görüldü.
20 yıl aradan sonra ilk defa bir filmde başrol oynayan İlyas Salman’ın ve bir lise öğrencisiyken seçilip ilk kez kamera karşısına geçen Dilan Aksüt’ün başarılı oyunculukları, çok iyi yazılmış diyaloglarıyla birleşince seyri adeta su gibi akan güçlü bir “hesaplaşma” filmine dönüşüyordu.
Araf (2012)
Araf, toplumsal ve bireysel analizlerini aşırı gerçekçi biçimde irdeleyen, çok iyi gözlem yeteneğine sahip bir film. Yeşim Ustaoğlu’nun bu derece erkek konuşmalarına, hareketlerine ve genç-yetişkin arasındaki ince çizgiye hâkim olması şaşırtıcı. Sinematografik açıdan oldukça güçlü olan Araf, düğün sahnesi, sevişme sahnesi ve tuvalet sahnesiyle unutulmayacak 3 sahne yaratmış. Özellikle Neslihan Atagül’ün yaşını aşan oyunculuğu takdire şayan. Barış Hacıhan performansıyla ileriye dair ümit veriyor. Özcan Deniz de kendine ayrılan sürede iyi bir performans sergiliyor.
Kadın-erkek arasındaki eşitsizliği, Anadolu insanının bir nevi “Amerikan Rüyası” hayallerine kapılmasının ardından içinde bulunduğu “araf” durumunu karamsar bir bakış açısıyla irdeleyen Ustaoğlu, sinemasının en iyi örneklerinden birine imza atıyor. Hemen hemen benzer konuyu ele alan bu yılki bir diğer Türk filmi Gözetleme Kulesi‘nden (2012) diyalog yazımı, gerçekçi analizler ve biçimsel estetik konusunda daha üstün duran Araf, Türk Sineması’nın 2012 yılındaki en iyi 5 filminden biri.
London Turkish Film Festival kapsamında diğer 4 film gibi “yönetmen” katılımlı olmadan gösterilse de filme olan ilgi yoğundu. Bu da Araf’ın, yurt dışında aldığı ödüllerin etkisiyle yabancı izleyiciler tarafından duyulduğunu ve merak edildiğini kanıtlıyor.