Asghar Farhadi’nin Berlinale 2011’den Altın Ayı ödüllü Bir Ayrılık (Jodaeie Nader az Simin) filminde Nadir, 11 yaşındaki kızı Termeh ile kelime bilgisi çalışırken, İngilizce “guarantee” kelimesinin kendi dillerindeki karşılığını sorar. Öğretmeni Termeh’ye bu kelimenin yalnızca Arapça karşılığını öğretmiştir. Oysa Farsça’da da garanti’nin karşılığı vardır, der Nadir ve kendisine her öğretileni kabul etmemesini de ayaküstü kızına öğütler.
Bu ders çalışma sahnesinin titizlikle seçilmiş diğer kelimeleri de filmin pek alengirli derdine ve anlatımına dair belli belirsiz ipuçları gibi… Farhadi film boyunca adalet, suç, emniyet, güven gibi daha genel algıları sorgulamanın yanında, İran’ın sosyal durumunu da ayrıntılı, biraz da temsili bir biçimde, tüm çelişmeleriyle ele alıyor. Seyirci de karakterlerle birlikte farkında olmadan temel meselelere dair bir beyin fırtınasına girişiyor. Bir ayrılık temasından doğan çatışma, rasyonalite-duygusallık, sekülerlik-dindarlık, doğruluk-yanlışlık, gitmek-kalmak (ya da kaçmak-mücadele etmek) zıtlığında, oldukça gerilimli bir olay örgüsü ve birçok soru işaretiyle film boyunca kendini gösteriyor. Hepsinden güzeli anlatıcının, mesela önyargılı bir Avrupalı (veya Türkiyeli) seyirciyi düşünerek onu herhangi bir tarafı tutmak zorunda bırakmıyor olması…
Farhadi, iki ayrı sosyal sınıfa mensup İranlı iki ailenin hikayesini (Sasanilerdeki sınıf kastlarına bir sahnede yapılan ufak ama anlamlı bir göndermeyle) bu iki toplum kesimi arasındaki sosyal ve davranışsal farklar üzerine kurarak anlatmayı tercih etmiş olsa da, elbette bununla yetinmeyecek kadar da temkinli ve titiz. Farhadi, üçüncü dünya sinemasının bilinen bir eğilimi olarak, ülkesinin dünya kamuoyunda şöhreti pek fena olan “rejim” problemini eleştirmeye odaklanmamış sadece. Hikayenin arka planında, kaçınılmaz ve kanıksanmış bir devamlılıkta kendini belli eden perişan ve derme çatma bir hukuk sisteminin üzerine bir de, haklılık-haksızlık, dürüstlük ve evrensel adalet hissiyatı ekseninde, sınırlı seçeneklere sahip bireylerin kendine has bir vaka karşısında aldıkları tavırlar, tepkileri ve tercihleri ekleniyor.
Bakıcılığını üstlendiği Alzheimer hastası yaşlı adamın altını değiştirmesinin günah olup olmadığını telefonla yetkililere danışan dindar genç kadın Raziye ve kocası Hodjat’ın hayatlarındaki her türlü inisiyatifi dine, kitaba bırakışlarıyla çatışır biçimde, Nadir ve Simin, daha farkındalıklı ve modern bir yaşam tarzına sahiptir. Ancak dünyaları, bakış açıları apayrı bu dört karakterin ortak bir kaderi vardır: Vesikalı Yarim filminden bir Halil repliğiyle söylemek gerekirse, bu meselede, şartlar göz önüne alınırsa “herkes haklı”. Onların ortak kaderi, sert yaptırımların, acı sonuçların, her türden maneviyatın parayla “tazmin edilebilir” oluşunun karşısında hissedilen kaçınılmaz bir endişe ve çaresizlik.
Hodjat’ın yalan şahitlikle suçladığı öğretmenden kitaba el basmasını istemesinde ve bastığı halde gerçeği söylediğine inanamamasındaki çaresizlik, yalanını yakalayan kızının ve mahkemeye kanıt sunmak için hastaneye taşıdığı alzheimer hastası babasının karşısında Nadir’in yaşadığı çaresizlik, kızını bırakmak istemeyen ama ülkeyi terk etmek isteyen Simin’in mutsuzluğu, Raziye’nin üç kuruş para için hamile haliyle yaşlı ve şuursuz bir adamın bakıcılığı için koşturmak zorunda kalışındaki çaresizlik ortak… Termeh’nin gitmek ve kalmak, annesi ile babası arasında tercih yapmak ikilemi de bu ortaklığa dahil.
Farhadi’nin anlatısıyla başardığı mucizelerden bir diğeri, hukuk ve düzenin bulanık olduğu bir zeminde her kesimden insanın duyabileceği sınıflar üzeri bir güvensizliği tüm yönleriyle ve örnekleriyle, öyküyü dağıtmadan ve mesaja boğmaksızın ortaya koyabilmiş olması. Sürükleyiciliğin yanı sıra, film boyunca herhangi bir tarafın mutlak bir biçimde haklı olduğuna dair bir yargı yakalayamamak, bir deneyim olarak muhteşem. Farhadi hatta bu dahiyane yaklaşımla seyircinin vicdanını eline alıp hamur gibi yoğuruyor, zira değer yargılarımıza göre sırasıyla herkesi sorgulayıp yargılıyoruz, ama verdiğimiz hak, Nadir’den Hodjat’a, Raziye’den Simin’e geçiyor. Ama neticede herhangi bir sonuca ulaşamıyor, hiçbirini suçlayamıyoruz. Karakterlerin haletiruhiyesi böylelikle seyirci tarafından da tecrübe ediliyor. Güvensizlik, emniyetsizlik, kısacası, garantinin Farsçasına duyulan ihtiyacın büyüklüğü filmin başlarında verilen ipucundan hareketle, ilerleyen sahnelerde daha görünür oluyor.
Velhasıl kelam, Farhadi, İran sinemasının halihazırda yüksek olan çıtasını, hikayesinin dilinde ve yansıtılışında ajitasyondan inatla kaçınıp, bambaşka bir evrenselliğe doğru daha da yükseltmiş oluyor.