La Cage Dorée (2013), genç oyuncu Ruben Alvez’in yönetmenlik koltuğuna ilk oturduğu film olarak karşımıza çıkıyor. Ruben Alvez bu film ile otobiyografisinin bilinmeyen bir yüzünü gözler önüne seriyor. Portekiz asıllı yönetmen, Fransa’da yaşayan Portekizli bireylerin hikâyesini anlatmakla kalmıyor; göçmen olmanın evrensel boyutlarına da dokunuyor. Sanki her göç hikâyesinden beslenmiş gibi kültürel uyum, sınıf çatışması, aidiyet, aile ve var olmanın üzerimizdeki ağırlığının ne derece komik, zorlayıcı ve dramatik olabileceğini gösteriyor. Hikâyeyi yansıtırken de komedi unsurları barındıran oyunculuk ve mizaha başvuruyor. Film, Paris’te çarpıcı bir binanın zemin katında ikamet eden Portekizli bir ailenin hikâyesini anlatıyor. Maria (Rita Blanco) ve José Ribeiro (Joaquim de Almeida) otuz iki sene önce Portekiz’den ayrılmış ve Paris’e yerleşmişlerdir. Maria bu binada kapıcılık, çamaşır teslimatı, bebek bakıcılığı, bahçıvanlık ve buna benzer kendi iş tanımını da aşan birçok görevde yer almaktadır. José ise inşaat ustası olarak çalışmaktadır. Oğulları Pedro (Alex Alves Pereira) lisede okumakta ve kızları Paula (Barbara Cabrita) bir firmada çalışmaktadır. Her günleri birbirinin aynı olan bu aile bireylerine bir gün bir mektup gelir ve bütün hayatları değişir. Çünkü kendilerine bir miras kaldığını öğrenirler ve bu yüzden Portekiz’e geri dönmek zorundadırlar. Hiç ummadıkları bir şekilde, her zaman özlemini çekip rüyalarında gördükleri evlerine gitmek ve zengin olmak fırsatıyla karşılaşmışlardır sonunda. Ama hissettikleri hiç de bekledikleri gibi olmaz. Sevinçten çığlıklar atmaları öngörülürken, bulundukları yerden koparılacak gibi hissetmişlerdir. Bu noktada film, bütün vaktini özlemini çektiği ya da istediği hayatı arzulamakla geçiren insan için tahayyülün daha güzel, sürecin daha anlamlı olduğunu göstermiştir. Film, sınıf atlama ile yaşanan bir duruma da temas ediyor: Patronların, işçilerini kaybetmekle verdikleri maaşlardan başka değerleri de (bağlılık, kaliteli iş gücü ve güvenilirlik) yitirebileceklerini, dolayısıyla bu göçmen emekçi ailelere bir bakıma muhtaç oldukları gerçeğini de anlatıyor. Üreten insanın çalışma isteği, bu çalışmanın bağımlılık yaratması, hatta obsesyonlar geliştirmesi üzerinden, insan portreleri baz alınarak çalışmanın ve üretmenin dürtüsel hâle gelişi işleniyor. Nedeniyse insanların hayatta kalmak ve nesillerini devam ettirmek için çalışmaktan, para kazanmaktan başka yapabilecekleri bir şey kalmaması. Görünürde her şey çok basittir; ait oldukları yere bir an önce gitmeli ve yıllardır, her gün yaptıkları işleri bırakmalı, doğdukları eve kavuşmalı ve hayallerinde oldukları kadar mutlu olmalılardır. Bu, yıllardır çektikleri özleme bir son vermek için mantıklı olandır. Fakat işverenleri, komşuları, kardeşleri, çocukları ve göçten sonra emek verip elde ettikleri onları bırakabilir mi? Film, izleyici aslında burada eleştiriyor. Her gün farklı yerlerdeyken kafamızın içinde dolaşsak, başka yerlere “ev” deyip oraya ulaşmaya çalışsak da kendi kurduğumuz ve içinde bulunduğumuz hayat artık “evimiz” olmuştur. Yaşamımızdaki zorluklar ve felaketler, içinde bulunduğumuz günlük döngü ve rutin, her şeyiyle bize alışık olduğumuz biçimleri, şemaları anımsatır. Böylece o yakınlık hissi,‘‘ev” kavramını zihnimize yerleştirir. Filmdeki karakterler otuz yıldır aynı hayatı sürdürüyor ama yaşadıkları yere “ev” diye bakmıyorlar. Her zaman, uzakta doğdukları ve ait olduklarını düşündükleri yer “ev”miş gibi geliyor onlara. Yine de yaşadıkları şehir Paris’te tecrübe ettikleri hisler ve özlemler de, “yeni bir ev” anlayışı oluşturmuş ve aidiyet duygularını pekiştirmiştir. Bu bağlamda zihinleri “yeni bir ev” algısını yaratmış ve birincil olan şemalardan uzaklaşıp ikincil olanı yapılandırarak, onların anlayışlarını dönüştürmüştür. Ama o uzaktaki ev ve kültür, tatlı bir hissiyat gibi her zaman içlerine sıcak bir kıpırtı verecektir. Bununla birlikte, geçmişte yaşanmış ama artık ne olursa olsun yaşanamaz bir hayatmış gibi geride kalacaktır. Film, bu yönüyle göçü deneyimlemiş kişilerden başlayıp zorluklarla başa çıkma potansiyelini gösteren, her duruma adapte olma kabiliyetine sahip olan “insan” üzerinde durmaktadır. La Cage Dorée başka bir taraftan toplumda “garip”, farklı ve uyumsuz olmanın insan üzerinde ne gibi umutsuzluklara yol açacağını Paula ve Pedro suretinde gösteriyor. Paula’nın sınıf-kültür farkından kaynaklanan “otantik” havası ve ebeveynlerinden miras kalmış mensubu olduğu toplumsal sınıfı, onun, ilişkisinde başarısız olacağı fikrine kapılmasına neden oluyor. Pedro ise anne-babasının işini bir türlü kız arkadaşına söyleyemiyor. Burada sınıf ve etnik farklılıkların insanlarda nasıl mantık dışı düşüncelere yol açtığını ve insanda aidiyet hissiyatını zayıflattığını görüyoruz. Ne kökenlerinin geldiği topraklara, ne yaşadıkları yere, ne de “şimdi” ye ait olabiliyorlar.
Kültürlerin ve sınıfsal farklılıkların asıl oyuncuları bireyler, temel ihtiyaçlarını ve duygularını bir kenara bırakıp, özlerinde insan ve eşit olduğunu unutmuştur. Bu nedenle ilişki bazında “insan”, sahip olunan mülkler ve kazançların sıfır sayısı ile ölçülmekte. La Cage Dorée bu sınıfsal çatışmaların insanın ruh sağlığında ne denli yıkımlara ve baskılara yol açabileceğini, ilişkilerinde komplekslere neden olabileceğini ve bunları yenmenin en iyi yolunun yine beraberlik ve yardımlaşma olduğunu Portekizli bir ailenin Paris’teki yaşamıyla anlatıyor.
Elif Bulut