Sezen Aksu ile Meray Okay, uzun yıllar önce yazdıkları bir şarkıda “Eller günahkâr/ Diller günahkâr!/ Bir çağ yangını bu bütün/ Dünya günahkâr!/ Masum değiliz hiç birimiz” demiş. Bu dizeler, John Michael McDonagh’ın son çalışması Calvary (2014) ile o kadar örtüşüyor ki…
Birçok kültürde, dinde veya sistemde; ana öğretinin, birbirine tamamen zıt iki öğe etrafında şekillendiğini görürüz. Çoğunluğunda bu iki uç arası yoktur, tanımlanmaz. Buna en iyi örnek, iyi-kötü ayrımıdır. “Bir insan ya iyi olabilir ya da kötü.” Filmlerde de bu net ayrımı görebiliriz. Hatta ‘saf kötü’ tanımı buradan gelir. Gerçekçilikten oldukça uzak olan bu sınıflandırma eylemi, aslında insanların bazı şeyleri daha kolay anlamasına yardım eder. Hatta görsel sanatların temel unsurlarından olan ‘katharsis’, bu eğilimden yola çıkarak vücut bulmuştur.
Oysaki hayat o kadar basit mi? İnsanlar basitçe sınıflandırılabilir mi? Bir insan, bir an kötülük yaparken, diğer an iyilik yapamaz mı? Calvary, bu ve bunun benzeri sorular üzerine kurulmuş bir dram.
Ana karakterimiz Papaz James’i (Berndan Gleeson), filmin ilk sahnesinde kamera sadece onu çekerken bir günah çıkarma seansında izliyoruz. Yüzünü görmediğimiz kişi, papaza çocukken bir başka papaz tarafından defalarca tecavüze uğradığını anlattıktan hemen sonra tüm soğukkanlılığıyla onu (Papaz James’i), tam bir hafta sonra sahilde öldüreceğini söyleyip ekliyor: “Seni iyi bir papaz olduğun için öldüreceğim Papaz! Çünkü artık kimse kötülerin öldürülmesini umursamıyor.”
Bu şok edici ilk sahneden sonra, sanki bu olay hiç yaşanmamış gibi davranan papazın hayatını izlemeye koyuluyoruz. James bulunduğu kasabanın tüm sorunlarıyla bizzat ilgileniyor. Yürürken gördüğü bir kadının dövülmüş olduğunu anlayınca önce kocasına, sonra da malum sevgililerine gidip konuşmaktan hiç çekinmiyor. Karşılaştığı kasaba doktorunun, inancına yönelttiği tüm aşağılamaları sükûnetle dinleyip en ufak karşılık vermiyor. Naif olduğu her hâlinden belli olan bir kasaba sakini, kendisine hayattan çok sıkıldığını söyleyince ona pornografi önerebiliyor. Sırf insanları geri çevirmek ona yakışmayacağından, kasabanın en zengininin evine gidip bu kibirli adamın kendisine parasıyla böbürlenmesine ses çıkarmıyor.
Ama yavaş da olsa onun da birtakım pişmanlıkları/hataları olduğunu görüyoruz. Filmin başlarında, büyük bir şehirde oturan kızı (Kelly Reilly) geliyor bilekleri bandajlı şekilde. Yakın zamanda intihara teşebbüs ettiği belli olan kız, bu konuda babasıyla konuşmak istemiyor. Böylece aralarındaki iletişimin çok iyi olmadığını anlıyoruz ki film ilerledikçe konunun detaylarına da vâkıf oluyoruz. Papaz olmadan önce evli olduğunu ve kızıyla karısını ihmal ettiğini, eşinin ölümünden sonra ise kendisini papazlığa verdiğinden kızına karşı ilgisizliğini daha da arttırdığını öğreniyoruz. Konuşmalarından, çok sağlıklı olmayan ilişkilerinin daha yeni düzene girdiğini fakat yine de birbirlerinin özel hayatlarından bahsetmekten kaçındıklarını anlıyoruz.
Kendine ‘kasabanın mutlak iyi papazı’ görevini biçmiş olan ve bunu layığıyla yerine getiren James, zaaflarını katilinin ona biçtiği süre dolmaya başlarken yavaş yavaş göstermeye başlıyor. Bu değişimi de ardı ardına gerçekleşen üç olay tetikliyor, çünkü bu olaylara kadar katilini çok da ciddiye almadığını hissediyoruz. Muhtemelen kafasından “Kim benim gibi bir papazı öldürmek ister ki?” düşüncesi geçiyor. İlkin, tüm kasabanın barda toplanıp gönlünce eğlendiği bir gece, kilisesi kundaklanıyor. Ertesi gece ise köpeği öldürülüyor. Hemen ertesi sabah ise tüm sakinliğiyle sahile doğru yürürken karşılaştığı küçük bir kız çocuğuyla tatlı bir sohbete giriştiğinde, kızın babası bir hışımla gelip kendisine hiç sebep yokken sübyancı muamelesi yapıyor.
James anlıyor ki kaçınılmaz son yaklaşmasa bile titizlikle edindiği ‘iyi papaz olma misyonu’ artık son buluyor. Önce kendini koruma içgüdüsüyle bir silah ediniyor. İçkiyi uzun zaman önce bırakmasına karşın, gece gittiği kasabanın barında içki içip sarhoş oluyor, ardından da olay çıkartıyor. Kasabanın zengini, özür amacıyla ona gelip kiliseye bağış yapmak isteyince, tevazuyla bunu kabul etmek yerine birkaç misli para istiyor.
En sonunda da malum sondan kaçmak için havaalanına gidiyor. O hafta yöreye tatile gelip kocasını trafik kazasında kaybeden bir kadınla karşılaşıyor ve bu karşılaşma, tam uçağa binecekken kararının değişmesini sağlıyor. Uçağı beklerken, hafta başında kocası ölürken tanıştığı bu kadınla konuşan James, ondaki masumiyeti fark edip bir an için umudunu geri kazanıyor. Fakat uçak görevlilerinin, kocasının tabutu üzerine alelade bir eşyaymışçasına yaslanması, bu umudu tamamen yok ediyor. Artık insanlığın değişmeyeceğini, dolayısıyla ona hiçbir ihtiyaç kalmadığını da fark ediyor. Kendisi dâhil kimse masum değildir, bunu ne kadar değiştirmeye çalışırsa çalışsın.
Papaz James rolünde Brendan Gleeson, ne kadar önemli bir aktör olduğunu hepimize bir kez daha hatırlatıyor. Yönetmenle beraber üzerinde çalıştığı ana karakteri tüm detaylarıyla yansıtmasını iyi biliyor. Yan rollerde Kelly Reilly, Aidan Gillen, Chris O’Dowd, M. Emmet Walsh gibi sağlam karakter oyuncuları da ona layığıyla eşlik ediyorlar. Tabii filmin esas başarısı, filmi hem yazan hem yöneten John Michael McDonagh’a ait. Ağabeyi Martin McDonagh (eşsiz kara komediler In Bruges (2008) ve Seven Psychopaths‘ın (2012) yönetmeni) ile beraber İngiltere’nin gözde tiyatro ve film senaristlerinden/yönetmenlerinden olan McDonagh, ilk filmi The Guard‘da (2011) naif ama iyi yürekli bir polisin, bir cinayet vakasını çözmesini kara mizahla anlatmıştı. İkinci filmi olan Calvary‘de bu sefer mizahı kullanmıyor. Hayatın karmaşıklığını ve gerçek dünyadaki insanların belirsizliğini tüm kasvetiyle anlatıyor. Bu atmosfere İrlanda’nın yağmurlu ve netameli kırsal doğası çok uyuyor. Larry Smith’in kamerası böylece oldukça çarpıcı planları da izlememize olanak veriyor.
Filmin, yılın en iyilerinden biri olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. 33. İstanbul Film Festivali’nde ülkemiz seyircileri ile buluşan yapım, sanırım ticari gösterim şansı yakalayamayacak. Hâlbuki McDonagh’ın titiz senaryosu ve Gleeson’ın enfes papaz portresi ile insanlığın masumiyetini yitirişine dair düşündürücü bir eser olan Calvary, daha çok kişiye ulaşmalı; içinde yaşadığımız dünyayı daha iyi anlayabilmek ve hayatlarımızı buna göre yönlendirebilmek için.
vasat bir yazı. film okuması yapmıyor!