“Bütün mutlu aileler birbirine benzer; her mutsuz
aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.”
Anna Karenina / Lev Tolstoy
İster modernizmin getirdiği yaşam standartlarının sizi rutin bir hayat fanusuna hapsettiğinden dem vurun; ister kaderi birbirine bakan sabit duvarlar arasında her gün aynı saatte hareket eden aynı yüzlerin kalabalığından… Hayır, saat çarklarının da bir vakti, durağı, istisna anları vardır. Bu yüzdendir saniyeler, dakikalar ve saatler, vakti şaşmaksızın birbirini kovalarken, umulmadık tesadüflerin, akla gelmedik rastlantıların insan hayatında ansızın çiçek açması. Ve bu yüzdendir muntazam döngü çarklarının her bir dişinde, aslında bambaşka bir hikâyenin saklı olması.
New York sokakları o gün yine kalabalık. Sayısız çehre, birbirinin adımını pekiştirircesine aynı kaldırımlardan eş zamanlı geçiyor, trafik lambaları yeşille kırmızı arasında sabahtan bu yana onlarca kez mekik dokumuş. Açılıp kapanan dükkân kapıları, dolup boşalan paketler, bir hızlanıp bir yavaşlayan adımlar… Fakat tüm bu şehir hengâmesiyle her gün karşılaşabileceğiniz, sıradan bir New York mizacı gibi görünen manzaraya, dikkatli bakan gözler için bilinmeyen öyküler serpiştirilmiş: “New York’un bazı iyi yazıları kitaplarda, filmlerde ya da oyunlarda değil, Central Park’ın banklarında bulunur. Bankları okuyun, anlayacaksınız.” Çiçeği burnunda genç yazar Brian (Anton Yelchin) böyle başlıyor 5 to 7’ın (2014) öyküsüne ve böylelikle sessiz kalmış bankların, banklarda oturan lâl öykülerin kapağını aralıyor.
Filmle birlikte kapağı aralanan, yalnızca ara sokaklarda kimselerden habersiz yaşanan öyküler değil; hikâye aktıkça aynı zamanda Lev Tolstoy’un ‘Anna Karenina’sından izlere de rastlıyoruz ve filmin çoğu noktada kitapla paralel ilerlediğini görüyoruz. Ansızın bir karşılaşma, bir çırpıda tanışıverme ve ertesi hafta tekrar buluşmak üzere sözleşmenin ardından Arielle (Bérénice Marlohe), hiç ummadığı bir anda –ve farkında bile olmadan- Brian’ın hayatının tam da merkezine yerleşiyor. Bu noktadan sonra Arielle’in, Fransızlara özgü rahat tavırlarıyla, sorumluluk ve mecburiyetten mürekkep bir evlilik hayatını sürdürürken aşka ve tutkuya olan hasretiyle adeta bir ‘Bayan Karenin’ karakteri izliyoruz. Ancak tane tane açılıyor her bir katman ve zamanla, aslında anlaşılması oldukça güç ve bir o kadar paradoksal bir karakter buluyoruz Arielle’in her daim tebessüm eden, tasadan uzak çehresinin ardında.
Sözleştikten sonra ilk buluşmaları yağmurlu bir güne denk geliyor Brian ve Arielle’in. Bir hafta bekledikten sonra şemsiyelerin altında kısacık süren bu görüşmede, Arielle’in isteği üzerine bundan böyle her gün öğleden sonra saat 5 ile 7 arasında görüşme kararı alıyorlar. Yönetmenliğini ve senaristliğini Victor Levin’in yaptığı filmin adı 5 to 7 da buradan geliyor. Levin, 27 yaşındayken kız arkadaşıyla birlikte gittiği bir Paris gezisi sırasında rastladığı Fransız bir çiftin, onu çok etkileyen ve şaşırtan evlilik hikâyesi üzerine kuruyor senaryosunu. Tıpkı bu çiftin sürdürdüğü yaşam gibi Arielle de metresleri ya da gizli âşıklarıyla 5 ile 7 arasında buluşmalarının, Fransızlar için gelenekselleşmiş bir olgu olduğundan bahsediyor Brian’a. Sonra kendi hayatından söz ediyor; evli ve çocuklu olduğunu, kocasının da hayatını aynı anlayış üzerine sürdürdüğünü ve tüm aile olarak bunu kabullendiklerini anlatıyor. Brian, bir anda hayatına giren ve kendi ahlak anlayışından bir hayli uzak olan bu kültürden irkiliyor ve bu ilişkiyi daha fazla yürütmek istemiyor. Hikâyenin buraya kadarki bölümü Brian’ın cümleleri üzerinden aktığından, Arielle’e bir ‘yabancı’ gözüyle yaklaşıyoruz. Tavırlarını, kararlarını, önceliklerini yadırgıyoruz. Ancak bir yandan da farkında olmadan adım adım Arielle’in hayatının ve his dünyasının içine doğru yol alıyor ve zamanla Arielle gibi bakabilmeyi öğreniyoruz. Kameranın, Brian’ın bakış açısından çıkıp usulca ve ustaca Arielle’e yöneldiği bu nokta, tıpkı kitapta olduğu gibi filmin de dönüm noktası aynı zamanda. Buradan sonra hikâye örgüsü, sıra dışı olmayan bir aşk sürecini anlatırken klişelerin dilinden kaçamasa da buruk son, beklenmedik bir şekilde geliyor.
İkili, her şeye rağmen ilişkilerini sürdürmeye devam ediyor ve günün birinde Brian, Arielle’e bir yüzük vererek evlenme teklifi ediyor. Arielle buraya kadar, hayatını hiçbir kısıtlama olmaksızın dilediğince sürdüren, sonuçlarına katlanmak koşuluyla bireysel tercihlerini toplum kurallarının önünde tutabilen bir karakter sergilerken bu teklif karşısındaki tutumu, Arielle’in aslında nasıl bir fanus içinde yaşadığını gösteriyor. Arielle, ardında bir mektup bırakarak isim koyamadıkları bu uzun soluklu ilişkiye son veriyor; yani yabancı bir ‘özgürlük’le ördüğü dünyası, hudutlarına ulaşınca bu ilişkide her ikisi için de bir ‘öte’ olmadığını biliyor. Vronsky ve Anna’nın aşkı gibi bir anda sahipsiz kalıveriyor onların aşkları da. Tutkuları uğruna oğlunu ardında bırakmayı göze almışken Anna, Arielle aynı kararı veremiyor. Öte yandan Anna, aşkından vazgeçmeye dayanamayıp intihar ederek tek bir ölümle yaşamına son vermeyi seçerken Arielle zor ve dayanılmaz olanı göğüslüyor. Sürdürdüğü yaşantıdan beklenmeyen bir kararla yuvasını bir arada tutmayı seçiyor ve tadına yalnız bir defa baktığı aşkı, Central Park banklarına çakılı birkaç kelimelik romanlar gibi hayatının geri kalanı boyunca yüreğine sessiz soluksuz yazıyor. Arielle’in intiharı, her doğan günle yeniden başlıyor.
Her ne kadar oyunculuk performansıyla göz doldurmuyor olsa da 5 to 7, kimi yerde gülümsetirken kimi yerde şaşırtan, yadırgatan, ısıtan ve sonunda kendini sevdiren senaryosuyla bizleri cevap bekleyen sorular içinde bırakıyor:
Brian’ın felaketi mi bu, yoksa Arielle’in mi?
Yaşantısını o zamana dek ahlaki değer ve yargılarla örmüş olan Brian mı fanusun içinde, yoksa aşkı, gerçek tebessümü, özgürlüğü yalnızca her gün 5 ile 7 arasında yaşayabilen Arielle mi?
Peki, hiç yazılmamış, kelimelere dökülmemiş bir öykü, zamana meydan okuyup suskunluğun dilinde devam eder mi?
5 to 7 kuşkusuz, salt bir imkânsız aşk hikâyesi olmanın ötesinde, bir kadının iç dünyasına çevrilmiş bir sorular aynası. Parçalar bir araya getirildiğinde, Arielle’in etrafındaki fanus ve yüzünde mütemadiyen taşıdığı tebessüm maskesi ardında yarım kalmış hevesler, gerçekleşmemiş beklentiler ve alışılmış bir hayal kırıklığı, daha net bir şekilde yansıyor. Anna’nın, Karenina ailesinde beden olarak bir anne ve ‘kadın’ olarak eş çerçevesinin dışına çıkamayışı gibi Arielle’in, bir model olarak çalışıyor olması ve bunun dışında bir işle meşgul olmayışı, bedeniyle (maddî varlığıyla) sınırlanmış bir kariyer çiziyor ona. Anlaşmalar ve sınırlar üzerine kurduğu evliliği, diğer gönül ilişkilerine müsaade ederken aşkın hudutsuzluğunu kabul etmiyor; üstelik evlilikleri boyunca kocası tarafından ona, büyük bir hevesle beklediği tutkulu bir aşk da sunulmuyor. Nice hayatın ömür vaktine şahitlik eden saat sarkacının, tüm ömrü boyunca kısacık gelip gidişlere hapsoluşu gibi, güneşin doğuşundan batışına, ancak 5 ile 7 arasında kendine ait bir nefes buluyor. Nihayetinde Brian’la birlikte kavuştuğu aşk da bağlı olduğu zincirlerin elinden onu kurtarmıyor; çünkü Brian’ın evlilik teklifini kabul ettiği takdirde kaderinde onun için biçilmiş öykünün dışına çıkacağının farkındayken teklifi reddederek bu sefer de düşlerinde çizdiği hayalleri, portrenin üzerinde cansız bırakıyor. Filmin son sahnesinde kitabının cümlelerini sonlandırırken Brian, filmin hikâyesini de özetliyor bir nevi: “En sevdiğiniz hikâye tek bir okur için yazılmış olabilir.” Ya tek bir okur için yazılan hikâye, okurun tek hikâyesi hâline gelirse?
Kalemin ucundaki her hikâye, kâğıda sayısız üslupla yazılabilir; her hikâyenin sonu, bir başka hikâyeye gebedir. Ancak böylesi bir uçsuz bucaksız kurgular dünyası, kâğıda dokunup kelimelere büründüğü an, gerek sıralanışlarıyla gerekse cümlelerin içindeki işlevleriyle o kelimelere bir kader de biçer aynı zamanda; bu yüzden sonsuzluğun sınırladığı bir paradokstur hikâyelerdeki kelimelerin öyküsü.
Peki, o hâlde kimin hikâyesini yaşıyor Arielle? Düşledikleriyle alın yazısı, farklı olmaya mahkûm. Bu nedenle onun kaderi, kendi yazdıkları değil ama onun için yazılan hikâyelerin bütünü aslında. Anna gibi ona da sunulmuş kulvarlar var ve kendi kalemiyle kendi yolunu çizemeyecek kadar ürkek; huzurlu bir tebessümün ardında özgürlüğünün fanusuna hapsedilmiş, kendine özgü bir başka mutsuzluk hikâyesi…
New York’un bazı iyi yazıları belki kitaplarda, filmlerde ya da oyunlarda değil; bir eldivenden usulca sıyrılan elin, yıllardır taşıdığı bir yüzüğe olan bağlılığı ve yarım kalan bir teklifin sessiz kabulünde bulunur. Ne dersiniz?