Çiftleşmek istemeyen hayvanları rom ile azdıran, Orta Amerika’ya has renkli ve desenli kumaştan kıyafetleriyle, deri sandaletleriyle, hâlâ kendilerine özgü, bozulmamış kapalı kültürleriyle var olan bir toplumu, Maya Uygarlığı’nı perdeye taşıyan Ixcanul (2015), bu seneki Filmekimi’nin en özgün atmosfere sahip filmlerinden. Kahve ağaçları, mısır tarlalarıyla bezeli bu el değmemiş kültür, aktif bir yanardağın eteklerinde, Amerika’nın kıyısında sürmeye devam ederken; yönetmen Jayro Bustamante, elleri bereketli bir kızı, henüz 17 yaşındaki Maria’yı odak noktasına yerleştirerek alışkın olmadığımız bir kadın öyküsü sunuyor bizlere. Başlayamayan bir yolculuk, hiç görülemeyecek olan bir varış noktası, hepsinin üzerinde ağırlığını hissetiren bir de kadın olma hikâyesi var avucumuzda. Arkamıza yaslanıp izliyoruz.
İstemediği birisiyle evlenmektense sevdiği çocuk Pepe ile yaşadığı yerden kaçıp gitmek isteyen Maria, aslında yanardağın öteki tarafında ne olduğunu merak ediyor ve kendi kendine bir kader yazmaya başlıyor. Adetleri, kız isteme merasimleri, beslenme ve barınma şekilleriyle hiçbir detayına aşina olmadığımız bu kültürle hemhâl olurken, bir yandan da bunların zıttı korkutucu şehir ve onun patronu kapitalizm karşımızda duruyor. Orada, yanardağın ötesinde ne olduğu film boyunca Maria’yla birlikte bizim de kafamızı kurcalıyor.
Maria ve ailesi, soylu Mayalar gibi değerli taşlarla, tüylerle, sedeflerle ve kabuklarla bezeli kıyafetler giymiyorlar. Sade kıyafetlerinden anlıyoruz ki onlar hayatta kalabilmek için bir başkasına muhtaç, paraya ihtiyaç duyan basit bir aile. Amerika’yı merak eden Maria’nın köyünde hava hep yanardağ ve kahve kokuyor. Amerika’da ise yeni şeyler var: büyük bahçeli evler, ışıklı sokaklar, soyularak satılan meyveler… Biz Mayalar’a alışkın değiliz, onlarsa her gidenin yeni baştan keşfe çıktığı Amerika’ya. Pepe’yle kaçıp büyük şehre gitme hayali kuran Maria, Pepe kendisini yüzüstü bırakıp gidince çaresiz kalıyor. Üstüne bir de Pepe’den hamile kalması, ailesinin onu evlendirmek istediği Ignacio’nun eline de bir koz veriyor. Çünkü Ignacio, aynı zamanda Maria’nın ailesinin patronu, yaşadıkları evin de sahibi. Ekip biçmekle yükümlü oldukları tarlada yılanlar türeyince mısır ekimi yapamıyorlar ve Ignacio gittiği şehir turundan dönene kadar tarlayı yılanlardan arındırıp ekme, bu sayede de evlerinden atılma ihtimallerini ortadan kaldırma çabasına giriyorlar.
Mayalar’ın kendine has törenleri ve dualarıyla tanışıyoruz. Ancak hiçbiri işe yaramıyor, yılanlar tarlayı terk etmiyor. Görevi, bebeğin şeytanları kaçırıp iyi şans getireceğine inandıkları için bir de Maria’nın denemesine karar veriyorlar. Maria artık yanardağ gibi hissediyor kendini. Çünkü içinde can taşıyor. Ancak işler bekledikleri gibi gitmiyor. Maria’yı yılan ısırınca kaos büyüyor ve artık dua etmeyi bir kenara bırakmak, şehir merkezine inmek, bu kendine münhasır kültürün kapalı kapılarında bir açıklık bırakmak şart oluyor. Modern düzenle tanışmasına izni olmayan Mayalı Maria, modern şehir sayesinde aslında yaşama dönüyor. İçinde büyümekte olan canı kaybetse bile.
Ixcanul, benzersiz bir sinema deneyimi yaşatırken belgeselci üslubunu el değmemiş doğa görüntüleriyle taçlandırıyor. Film, Maya kültürüne dair bilinmesi gerekenleri, toprak özelliklerini, ekonomik yapıyı, din olgusunu, ritüelleri, adetleri, giyimi, kadının yerini, kısacası tüm toplumsal unsurları ipuçlarıyla yakalama fırsatını izleyicisine sunuyor. Amerika’yı ve onunla birlikte de modernliği bir ütopya gibi tasarlayan Mayalı aile bir nevi tükürdüğünü yalamak zorunda kalıyor. Herkese inandığını savunmak içinse haklı bir sebep düşüyor. Mayalar, yanardağın uyumaya devam etmesi için şarkı söylemeyi sürdürüyorlar. Yanardağın arkası Amerika, biliyoruz. Ama yanardağı aştığımız an da oraya varamayacağız zaten. Çünkü arada Meksika var.