Anne ve babalarını erken yaşta kaybetmiş, babaanneleri ve uçkurunu zar zor tutan bir amcalarıyla, arka planda ise bütün köylülerle birlikte yaşayan beş kız kardeşin, İnebolu’da, kabul görmedikleri bir hayata direnme hikâyelerini anlatıyor Mustang (2015). Sinema tarihinde ilk uzun metraj denemeleri ya hüsran oluyor, ya şansla bir şekilde sıyrılıp kabul görüyor, ya da o kadar başarılı bulunuyor ki ardından gelen ikinci, ilkini aratıyor. Deniz Gamze Ergüven’in bu hengâmede üçüncü kulvarda durduğunu söylemek mümkün; henüz doğmamış ikincisinin, Mustang‘i aratmayacağını ümit ederek.
Dikiş dikmek, camları önce silip ardından gazete kâğıtlarıyla kurulamak, dolma sarmak, hamuru kabartmak, sonra açmak… Nerede kalmıştık? Mantıları eşit kesmek, kalabalık içinde yüksek sesle gülmemek, yemek yapmasını bilmek, kız gibi oturmak, yeri gelince utanıp yüz kızartmak… Bir toplumun “namuslu olmak” adlı listesinden alınmış malzemeler bunlar. Nerede kalmıştık? Âşık olmamak, aşkını dilediğince yaşamamak, kendini frenlemek, vücut hatlarını gösteren kıyafetler giymemek, dekolte vermemek, dizinden yukarısını göstermemekle namuslu olunabiliyor bu toplumda. Ve bir de, bir kaşığa kırk mantı sığdırmasını becererek.
Erkeklerle yakın temas kurdukları için bir hapishaneye dönüşmeden evvel, bu evden şen kahkahalar yükseliyor. Ardından yasaklar geliyor bir bir. Yırtık, yazılı, desenli kıyafetler yasak. Resimler yasak. İçeriği uygunsuz kitaplar yasak. Topuklu ayakkabılar yasak. Ve tabii ki sakız. Sakız yasak çünkü sakız çiğneyen, bu toplumda yoldan çıkıyor.
Eleştiriyoruz, eleştiriliyoruz. Deniz Gamze Ergüven, kapıları kapalı bir toplumun tüm menteşelerini kırıp dökerken; kendi ördüğü demir parmaklıklar arkasına kilitliyor bir zihniyeti. Aranıyor! Namus, iki bacak arasında aranıyor. İffet ise şununla bir: Sonra elâlem ne der?
Kızlara evden çıkma yasağı gelince, evden kaçmanın çarelerini aramaya başlıyorlar. Lale, en küçükleri. Ablalarından farklı olarak arabaya, maç izlemeye merak duyuyor. Diğerlerinden ayrı bir alemde çiziyor onu yönetmen. Filmde, tek başına bu erkek egemen sistemi eğip bükmeye çalışıyor. Ama gücü yetecek. Finalde çıkacak bu hengâmeden. Anadolu’ya dışarıdan baktığı için eleştirilen Mustang, aslında evrensel bir muhafazakârlık imajı kuruyor ve hakkındaki eleştirilere de bu yolla bir mantık katmak için çabalıyor. Kızlar, yalnızca kadınların ve çocukların gidebileceği bir maça bile evden kaçarak ulaşabiliyorlar. “Adam gibi” eğlenerek, adam gibi eğlenmesini bilerek gönüllerince gülüp bağırıyorlar. Bu toplumda çıldırasıya maç izlemek, kahkaha atmak kahve kültürüyle bir tutulup erkeklere biçiliyor. Ergüven’se aslında zekice bir mekânda karakterlerini bağırtarak bir süreliğine özgür bırakıyor, meydan okumaları için onlara fırsat sunuyor.
Muhafazakâr kesimin prototipi olan babaanne, kızlara en orantısız, bol elbiseleri giydirerek köyün meydanında onları şöyle bir gezdiriyor. Bu sahnede imaj düzeltmesi yapıyoruz. Namusluyuz artık, herkes görüyor. Oysa, buradan gitmek istemez miyiz? İşi, beylerin tamamına erdirdiği bir düzende, kardeşlerin en büyükleri Sonay ve Selma evleniyor. Her şey usulüne uygun yapılıyor. Kanlı çarşaf, zifaf gecesi kapıdan uzatılacak. Kadın olmak istiyorsan önce kanayacaksın, sonra herkes görecek, duyacak, bilecek. Sonra, elâlem ne der?
Beşken iki eksiliyorlar şimdi. Ne zaman nefes alacak bir delik bulsalar, bir demir örülüyor, bir çivi çakılıyor, bir temel atılıyor. Bas bas bağırıyor yönetmen. Birilerinin bu çığlığı duymasını diliyor. Ece, ortanca olan, daha fazla dayanamayıp kendini vuruyor. Ölüm, filmde bir dakikaya sığdırılıyor. Her şey bir anda oluyor, kız gömülüyor, seyrek cemaat dağılıyor. Acı uzun, ölüm kısa sürüyor.
Yönetmen, iyi niyetle dertlerini ortaya koymak isterken bir felaketler silsilesi kusuyor aslında. Sonuç bunaltıcı olmuyor ama bir yerde eleştirilere de hak vermek gerekiyor. Filmin ayakları yere bassa da yürüyüp koşamıyor. Bekâret tabusu, ensest ilişki, mahalle baskısı, verili toplumsal düzendeki erkek egemenliği, görücü usulü evlilik gibi her biri ayrı bir film konusu olabilecek temel başlıklar bir anda üstümüze boca ediliyor. Hepsini anlamak isterken çoğunun dibini göremiyoruz. İstanbul, bir klişeden öteye geçemeyip çoğu filmde olduğu gibi bir kurtuluş durağı olarak hayal ediliyor. Ve hayatı tanıma, kadın olma hikâyesi finale doğru bir yolculuk hikâyesine dönüşüyor.
Filmde, eril iktidar baskınlığını sadece hissediyor, hikâyeyi tamamıyla kadınlar üzerinden izliyoruz. Erkek egemenliği, silik damat figürleri dışında yalnızca amca üzerinden veriliyor. Aslında kadın olmanın toplumca olumlu tasvirini, görünmese de varlığını hissettiren erkekler çiziyor. Evde sona kalan iki kardeşten Nur’a da evlenme sırası gelince dengeler ikinci kez değişiyor. Lale, Nur’la kendisini eve kilitleyip geri kalanları dışarıya hapsediyor. Ev bir anda korunaklı bir alan hâline geliyor. Baştan beri demirler ören toplum, kendi sonunu kendisi hazırlamış oluyor. Ardından kızlar kaçıyor. Nereye? “Kaçmak” deyince herkesin aklında ilk yeşil ışığı yakan, içinde ne olduğu belirsiz bir karanlığa: İstanbul’a.
Filmin açılış planında, okuldan ayrılan öğretmenine sarılıp ağlayan Lale’yi görüyoruz. Öğretmen, eline bir adres sıkıştırıyor. Lale, Nur’la birlikte İstanbul’a, bir şehre varıyor son sekansta. Beşken üç eksiliyorlar ve bir kucakta buluyorlar kendilerini. Elâlem, en gerilerinde kalıyor. Lale, hissettiğinden emin olduğumuz “artık kurtuldum” ümidiyle öğretmeninin boynuna atlıyor. Neyse ki bu bir kadın. Ve artık İstanbul’dayız. Yoksa, elâlem ne derdi?
Özür dileyerek, yorumunuz yönetmeninki gibi yüzeysel olmuş. Size tavsiyem Ali ERCİVAN’ın yazısını okumanız olacak…
http://www.beyazperde.com/filmler/film-228825/elestiriler-beyazperde/
Bu bir vizyon yazısı olduğu için derinlemesine yapılmış bir analiz yok, haklısınız. Yalnızca izlenimler var. Öneriniz için teşekkür ediyorum. Dikkate alacağım.