Babasını savaşta kaybetmiş bir çocuğun önünde yalnızca iki seçenek vardır: Düşmana karşı cesurca dövüşürken yaşamını yitiren babasının intikamını, cephenin öbür tarafındaki kurbanlardan almaya çalışmak ya da babasını bu büyük anlamsızlığın ortasına bırakıp, onun rüyalarını ve geleceğini yok eden savaş tanrılarına isyan etmek. Bombaların gürültüsü altında, bir yer altı sığınağında kaçınılmaz ölümü beklerken son sigarasını yakar Pink’in babası. Onun sigarası özenle korunan duvarın arkasında, ruhsuz bir bedenle oturmakta olan oğlunun elinde kendi kendini tüketir. Kapılar açılır, zincirler kırılır, Pink ana rahmine düşer. Askerler düşmanın üzerine korkuyla koşarken duvara ilk tuğla yerleştirilir. Ve şov başlar.
In The Flesh?
“Gerçeklerden kaçmanın ışıltısı ile…
…kargaşanın o sıcacık heyecanını hissetmek istedin.
Tatlım, var mı kaçırdığın bir şey?
Görmeyi umduğun bu değil miydi?
Ve bilmek istersen eğer,
ne var bu soğuk bakışların ardında…
…tırmalayacaksın yolunu bu sahteliğin arasında!”
Pink, simsiyah görüntüsüyle onu seyretmeye gelen hayranlarının karşısına çıkar. Büyük umutlarla kapıları kırıp ona doğru koşan gençlere bu sözlerle seslenir, bu aynı zamanda sevgi ve şefkatle buluşacakları hayata adım atan çocuklara, umduklarını asla bulamayacaklarını anlatan sözlerdir. Nitekim dünyaya gelen her çocuk gibi, bu izleyiciler de ilk adımda duvara çarpmış ve gerçekle tanışmışlardır. Hayattan dostane bir tavır bekleyen herkes potansiyel tehlikedir ve bu beklentileri ya polis barikatlarıyla engellenecek ya da savaş meydanlarında parçalanacaktır. Pink’i deliliğe sürükleyen, onu yaşamdan koparan duvar, dağınık tuğlalar hâlinde inşa edilmeyi beklemektedir şimdi çocukların zihninde.
The Thin Ice
“Modern yaşamın ince buzunda
paten yaparsan,
peşinden sürüklersin,
gözyaşından kirlenmiş,
milyonlarca gözün sessiz sitemini.”
Bu parçayla birlikte az önceki ürkütücü tablodan çıkıp kuş cıvıltılarıyla dolu masmavi bir bahçeye gireriz. Henüz Pink duvarını örmemiştir, müziğin yumuşak tınıları eşliğinde anne karnından çıkmakta, kocaman ve rengârenk bir dünyaya adım atmaktadır. Fakat bu sakinleştirici müziğin arkasında, darmaduman olmuş bir savaş alanında cesetler okyanustan çıkarılmakta, hayatta kalmayı başarmışların ise gözlerinden anlamsız sözcükler dökülmektedir. Derken neon ışıklarıyla aydınlatılmış soğuk bir gecede, parlak mavi suyun içinde uzanan Pink’i görürüz. O doğmak için çırpınırken su bulanır, Pink’in masumiyeti kanla kaplanır.
Şarkının kendi içinde çelişir gibi görünen iki kısmı ve buna eşlik eden görüntüler yaşamın ikili yapısını gözler önüne serer. Yaşanan tüm olumsuzluklar, savaşlar, katliamlar, sömürüler, kısacası duvarı oluşturan tüm tuğlalar; daha iyi bir gelecek, huzur içinde bir yaşam, mutlu bir toplum vaatleriyle meşrulaştırılır. Modern toplumda her insan, huzurlu bir yaşam için kendini sürekli kandırmak mecburiyetindedir. Her birey kendi zihninde ördüğü duvarların ardında, her toplum dünyanın acımasız gerçekliğinden kendisini koruyacak duvarın ardında yaşamak zorunda kalır. Denizin ve gökyüzünün maviliği, gerçekte derinlerde yaşanan tüm kötülükleri görünmez kılan birer perdedir aslında.
Another Brick in the Wall (Pt. 1)
“Baba, okyanus ötesine uçtu…
…tek bir anı bırakmış geride.
Bir kare fotoğraf, aile albümünde!
Baba, bana başka ne bıraktın?
Baba, ardında bana ne bıraktın?
Hepsi, hepsi sadece…
…duvardaki bir tuğlaydı!
Hepsi, hepsi sadece
duvardaki tuğlalardı!”
Babasını savaşta kaybeden Pink, küçük bir çocuk olarak her şeyden habersiz görünür. Annesi kilisede eşinin arkasından dua ederken o babasını öldüren savaş uçaklarıyla oynamaktadır. Babasının oğluna miras bıraktığı tek şey, Pink’i yavaş yavaş duvarın arkasına gömecek olan anılardır. Çocuklar için babaları, dünyayı kavrama yolculuğunda en önemli rehberdir. Etrafı sıkı sıkıya çevrili, güvenli bir alan olan anne karnından çıkıp bu karmaşık ve büyük dünyaya gelen çocuk için babası, ev ile dış dünya arasında bağlantıyı kuran yegâne unsurdur. Evin pencerelerinden dışarı baktığında, çözülmesi oldukça zor bir bilmece gibi görünen dünya, babanın tek başına var olmayı başarabildiği bir mekândır. Babasız dünyaya gelen bir çocuğun, dışarıda nefes almayı ona öğretecek kimsesi olmadığında tüm bu karmaşanın sorumluluğu onun sırtına yüklenir. Parkta oyun oynayabilmek için dahi kendine bir rehber arayan Pink, bu eksikliğin etkisiyle çaresizce anne karnına geri dönmek ister. Dışarının ürkütücü gerçekliğinden korunmak adına ördüğü duvarın ilk tuğlaları, Pink’in babasının geride bıraktığı üniforması, tüfeği, mermileri ve tek kare fotoğrafıdır.
Goodbye Blue Sky
“Yeni cesur dünyanın vaatleri yelken açmışken,
hiç merak ettiniz mi
neden koşturuyoruz sığınaklara,
berrak mavi göğün altında!”
Bu şarkıyla Pink’in çocukluğundan ayrılır, sembolik anlamlarla örülü animasyon görüntülere geçiş yaparız. İlk sahnede bir barış güvercini gökyüzünde salınırken vurulur, onun kanlar içinde paramparça olan görüntüsü simsiyah bir kartala dönüşür. Ölümü simgeleyen devasa kartal, pençeleriyle yeryüzünden büyük bir parça koparır ve geçtiği yerleri kana bular. Çok geçmeden kartal savaş uçakları kusan bir makineye dönüşür. Bu andan itibaren her şey birer birer mezar taşı olur: Uçaklar, Britanya bayrağı, üniformalı ve üniformasız tüm insanlar…
The Happiest Days of Our Lives
“Büyüyüp, okula gittiğimizde,
bazı hocalar vardı çocukları her fırsatta üzen.
Yaptığımız her şey ile dalga geçen!
Çocukların özenle gizlediği her zaafı,
açığa çıkarıp, alay eden!
Ama şehirde herkes bilirdi ki
akşam eve gittiklerinde,
şişman ve psikopat karıları
yaşamlarının her anını karartırlardı.”
Pink artık okula başlamıştır. Dünyanın gerçekliğine adapte olmakta güçlük çeken bir çocuk için, okul hayatı onun benliğini eriterek toplumun sınırlarında kalması için bulunmaz bir fırsattır. Gerçekte hayat, başından sonuna dek, uzun bir yabancılaşma sürecinden ibarettir. Her birey için bu yabancılaşmanın neredeyse ilk ve en büyük aşaması eğitimdir. Eğitim tüm insanları büyük bir hızla aynılaştırırken, öte yandan kendisine yabancılaşmasının da temellerini atar. Louis Althusser, eğitim kurumunun işlevini şu şekilde açıklamıştır: “Tüm toplumsal sınıfların çocuklarını ana-okulundan başlayarak alır ve ‘etkiye en açık olduğu’ çağda egemen ideolojiyle kaplanmış ‘beceriler’i ya da sadece katıksız egemen ideolojiyi tekrarlaya tekrarlaya çocukların kafasına yerleştirir. On altıncı yüzyıla doğru bir yerde, dev bir çocuk kitlesi üretimin içine düşer: Bunlar işçiler ve küçük köylülerdir. Öğrenim görebilecek gençliğin bir başka bölümü yoluna devam eder ve kısa bir yol daha aldıktan sonra bir kıyıya yıkılır kalır. Bunlar her türlü küçük burjuva tabakaları oluşturur. Son bir bölümü zirveye ulaşır, ya aydınlara özgü yarı-işsizliğe düşmek ya da sömürü görevlileri, baskı görevlileri ve profesyonel ideologlar sağlamak üzere…” [1]Bu sözler, kapitalist toplumsal formasyonun yeniden üretiminde eğitimin nasıl bir rol oynadığının özetidir.
Pink, tünelde raylara yerleştirdiği mermilerin üzerinden geçecek treni beklemektedir. Üzerine doğru gelen trende gördüğü her birinin yüzü aynı olan çocuklar, tıpkı toplama kamplarına götürülen Yahudilere benzemektedir. Her ne kadar bu benzetme abartılı gözükse de, okul ile toplama kampları neredeyse aynı mantığın ürünleridir. Toplama kampları, devletin ihtiyaç duyduğu iş gücünü “katli vacip” gördüğü toplumsal kesimlerden elde etme amacıyla kurulmuştu. Okulun yöntemi, toplama kamplarında açıkça görünür olanın aksine; bireyi toplumsal yaşama hazırladığını öne sürerek, ondan gönüllü olarak, bir armağan gibi benliğini sisteme teslim etmesini istemektir. Toplama kamplarında kölece çalıştırılanların, işkence edilenlerin ve hatta öldürülenlerin hiçbirinin kendi başına özgül bir varlık olarak anlamı yoktur. Yahudi olmak, Kızılderili olmak veya rejim karşıtı olmak hepsi için ortak bir suçtur. İsimleri, geçmişleri, aileleri, meslekleri yoktur. Hepsi numaralarla çağrılır, aynı üniformaları giyer, tıpkı okullarda olduğu gibi. Birçok Nazi toplama kampının girişinde yazan “Arbeit macht frei”, yani “çalışmak özgürleştirir” cümlesi, tereddüt etmeden okulların, fabrikaların ya da gökdelenlerin kapısına da asılabilir. Elbette toplama kampları ve okulların temelde aynı şeyler olduğunu iddia etmek doğru olamaz. Ancak ikisi arasındaki bütün bu benzerliklerin de yalnızca bir rastlantı olmadığını görmek gerekir.
Okullar, kapitalist sistem neye ihtiyaç duyuyorsa onun üretildiği devasa fabrikalardır. Öğretmeninin Pink’in yazdığı şiirle sınıfın ortasında acımasızca alay edişi ve onun şiirine “tamamiyle çöp” deyişi boşuna değildir. Pink için kıymetli olan herhangi bir eylem, sistemin faydalanabileceği bir unsur değilse, doğrudan çöp muamelesi görür ve aşağılanarak bu yönelim yok edilir. Yasaklanan şiirin yerine ise, her öğrencinin mekanik hareketlerle ezberlediği sistemin kutsal bilgileri konur.
Another Brick in the Wall (Pt.2)
“Eğitime ihtiyacımız yok
Düşünce denetimine de ihtiyacımız yok
Sınıflarda aşağılanmaya da
Öğretmenler rahat bırakın çocukları,
Hey öğretmen! Rahat bırak biz çocukları.
Hepsi hepsi, yalnızca duvardaki bir başka tuğla.”
Bu sözlerle birlikte okul, her biri farklı bireyler olan öğrencileri aynı yüzlere sahip üniformalı bir yığına dönüştüren bir fabrika olur. Üretim bandında uygun adım ilerleyen çocuk ve gençlerin görüntüsüyle, şiddetli bir isyanın görüntüsü iç içe geçer. Yüzündeki maskeleri fırlatıp atan öğrenciler, sıraları parçalar, okulu ateşe verir ve duvarları yıkar. Kitleler hâlinde onları aynılaştıran ve benliklerini yok eden okula karşı, hep bir ağızdan haykırırlar. Ancak tüm bu haykırışı, üzerlerindeki üniformayı çıkarmadan, yine uygun adım yürümekteyken yapmaktadırlar. Öğrencilerin isyanı iki biçimde yansıtılır. Birincisi karşı koyuşlarını dâhi mekanik bir biçimde gerçekleştirdikleri, otoriteye karşı yeni otorite olma eğiliminde oldukları bölümdür. İkincisi ise her şeyin kontrolsüzce yakılıp yıkıldığı, neredeyse öğretmenlerin bile ateşin içine atıldığı bölümdür. İlkinde her ne kadar güçlü gözüküyor olsalar da, makinenin onları öğüterek kimliksizleştirmesine engel olamazlar. Değişim için gerekli olan birliktelik, karşı konulan sistemin yöntemlerini öyle içselleştirmiştir ki, bir alternatif yaratmayı, daha doğrusu özgürleşmeyi başaramaz. İkincisinde ise okula dair her şey yerle bir edilir. Bu kontrolsüzlük hâli, doğal bir öfke patlamasını yansıtmaktadır. Bu kez ortada bir amaç var gibi de görünmemektedir, tüm hedef onları nefes alamaz hâle getiren duvarları yıkmaktır. Ancak görüntü sınıfta ders anlatan ve onun sözlerini tekrarlayan öğrencilerle bir anda kesilir. Pink’in duvarlarla örülmekte olan zihninde kalan boşluklarla kurduğu bir hayaldir isyan. Onun ve tüm öğrencilerin zihnindeki duvarlar, bir araya gelip okulu yerle bir etme ihtimalini engelleyen en önemli unsurdur.
Mother
“Anne bombayı atacaklar mı sence?
Anne şarkıyı sevecekler mi sence?
Anne hayalarımı parçalamaya çalışacaklar mı sence?
Anne bir duvar öreyim mi?
Anne başkanlığa aday olayım mı?
Anne hükümete güveneyim mi?
Anne beni cepheye sürerler mi?
Sus şimdi bebeğim, ağlama
Annen senin tüm kabuslarını gerçeğe dönüştürecek,
Annen kendi korkularının tümünü sana aşılayacak
Annen seni burada koruyacak
Kanatlarının altında
Uçmana izin vermeyecek ama şarkı söylemene belki
Annen her zaman bebeğini rahat ve sıcak tutacak,
Tabii ki annen duvarı örmeye yardım edecek.”
Pink artık bir yetişkindir, hasta bir şekilde yatmış, başucundaki telefondan sürekli bir yeri aramakta, birine ulaşmaya çalışmaktadır. Çocukken hasta olduğunda annesinin telaşla onu iyileştirmeye çalışmasına karşın, şimdi yanında kimse yoktur ve ne kadar çabalasa da kimseye ulaşamaz. Pink, sonunda telefonun kablosunu da çıkarır, böylece dünyayla iletişim kurma çabalarına da bir son vermiş olur.
Pink’i gitgide yalnızlaştıran, dış dünyaya karşı tepkisizleştiren, toplumdan koparan süreçlerin, yani duvarın inşasında etki sahibi olan unsurların bir diğeri, ailedir. Pink, babasının yokluğunda annesinin aşırı korumacı tavrıyla büyümek zorunda kalmıştır. Dış dünyayla bağlantı kurma noktasında babasının yardımını alamamış olması ve annesinin oğlunu babasının kaderinden korumak için devamlı onun üzerinde gözetleyici ve onun tüm seçimlerini denetleyici bir güç hâline gelmesi, Pink’in duvarı inşa etmesine yardımcı olmuştur. Annenin oğlunu korumaya yönelik geliştirdiği içgüdü, Pink’in zihninde fiziki olarak ne olduğu belirsiz bir düşman profili yaratmasına neden olmuştur. “Anne bombayı atacaklar mı?” cümlesi, Pink’in zihnindeki düşman algısını göstermektedir. “Onlar” kimdir? Belki de gerçekte asla var olmayan fakat devamlı Pink’e zarar verebileceğinden korkulan bir ötekiler kitlesi.
Pink’in annesine sorduğu sorular, II. Dünya Savaşı sonrası Avrupalı insanın psikolojisini yansıtır. Soğuk savaş döneminde, her daim bir saldırı tehdidi altında yaşamakta olan insanlar için, özellikle de Pink gibi babasını savaşta kaybetmiş biri için çevresine bir duvar örerek kendini korumaya almak bir karardan ziyade bir ihtiyaçtı. Bireysel süreçlerin yanında, Pink’in bu durumu, toplumsal ve siyasal bir gerçekliği de ortaya koyar. Nazi Partisi’nin avukatlığını da yapmış olan Alman hukukçu Carl Schmitt, siyasetin temelinde dost-düşman ayrımının yattığını söylerken haksız sayılmazdı. Schmitt, nasıl ahlak alanında iyi-kötü, estetikte güzel-çirkin vb. ayrımlar varsa, siyasal alanın ayakta durabilmesi için de dost-düşman ayrımına ihtiyaç duyulduğunu öne sürmüştür. Gerçekten de devletin siyaset üretebilmesi için her çağda yarattığı düşmanlar vardır ve bu düşmanlar öncelikle farklılıklar, yabancılık kullanılarak inşa edilir.
Schmitt, “…. Önemli olan, siyasal düşmanın öteki, yabancı olmasıdır. Siyasal düşmanın varoluşsal anlamda en yoğun haliyle başka bir varlık ve yabancı olması yeterlidir.” [2]diyordu. Bu sayede toplumun güvenliğini devamlı tehdit altında tutarak devlet, kendi varoluşunu zorunlu kılıyordu. Pink’in annesinin verdiği cevaplarda olduğu gibi, devlet yurttaşlarını kanatlarının altında tutacağına söz verir. Fakat kendisine zarar verebilecek her davranış birey için yasaklıdır. Devlet, uçmanıza izin vermez ama şarkı söylemenize belki ses çıkarmayabilir. Birey, devletin koyduğu sınırların dışına çıkmaya yeltendiğinde, bir düşmana dönüşür. Devletin duvarlarının dışında kalanlar içinse zorunlu bir yok oluş vardır.
Empty Spaces
“Ne kullanacağız doldurmak için
Daha önce bahsettiğimiz boş yerleri?
Nasıl dolduracağım son kalan boşlukları?
Nasıl tamamlayacağım duvarı?”
Pink artık kendisini koruyacak yükseklikteki duvarına sırtını vermiş, son gücüyle karısına ulaşmaya çalışmaktadır. Telefonu karısının yerine bir erkek açınca, Pink yavaşça yere çöker ve bağlantı tamamen kesilir. Pink, duvarındaki boşlukları nasıl tamamlayacağını sorarken, ekranda devasa binalar yükselir ve bütün boşluklar arabalar, televizyonlar ve beyaz eşyalardan oluşan büyük bir çöplükle kapanır. Duvardan fışkıran çığlıklar gri bir sessizlikle susturulur. Neon ışıklarının egemenliğinde, duvarı inşa etmek için art arda sıralanır sorular: “Daha güçlü bir araba mı kullansak? Gece boyu ara vermeden mi çalışsak?”
Toplumsal yaşam, tüm ihtiyaçların barkodlanmış ürünler deryasından karşılandığı, insanın sahip oldukları üzerinden tanımlandığı bir tüketim zinciridir. Raflara dizilen ürünlerin arka planının karanlıklar içinde görünmez kılındığı dünyada, duvarın öte tarafını görebileceğimiz boşluklar tüm bu ürünler tarafından kapatılmıştır. Oysa insan, dünyayı tükettiği kadar yeniden üretme gücüne sahiptir. Endüstriyel uygarlık ise, insanı, daha doğrusu “modern” insanı yalnıza tüketici bir güç olarak ele alır. Bu sistemde üretici olan insanlar, tüketme gücünün tamamen elinden alındığı, yaşamın dışına itilmiş bir kitleden ibarettir. Onların tüketme gücü, sadece yeniden üretimi gerçekleştirebilecek enerjiyi karşılayacakları kadardır. Kentsel hayatta ise insanlar, onları hayatta tutacak ve sorular sormadan kendisinden isteneni yerine getirecek bir zihinsel körlük içinde yaşamaktadırlar.
Modern insan, derin bir sanallığın içinde yaşamak mecburiyetindedir. Buna ulaşacak güce sahip olamayanlar dahi, ellerindeki çekici, hiç de yaşamsal bir ihtiyaç olmayan televizyonu elde etmek için kullanırlar. Gerçekle arasındaki bağ gitgide zayıflayan insanın sanal olana ilgisi, onun gündelik yaşamındaki tüm acıları, tüm kötülükleri görmemek, hatta çoğu zaman vicdanının rahatsız edici sesini duymamak amacıyla artmaktadır. Pink’in toplumla ve dünyayla kuramadığı iletişim, bu noktada tüm insanların sıradanlaştırdığı bir iletişimsizlik hâline dönüşür. Daha sonraki sahnelerde sıkça karşılaşacağımız televizyon metaforu, gerçek olanın yerini sanal olanın aldığı bir evreni yansıtmaktadır. Bu evrende artık sanal olan ruhumuzun bir parçası olarak var olmaktadır.
Young Lust
“Bu ıssız yerde bir kadın var mı?
Kendimi gerçek bir erkek gibi hissetmemi sağlayacak.”
Tüm bu karanlık görüntülerden, eğlenceli melodiler ve şehvetli görüntülere geçilir. Pink, karısı tarafından aldatılmanın ezikliğiyle bu kez kendisini “gerçek bir erkek” gibi hissetmek istemektedir. Bu isteğine karşın, karavanın içinde, güneş gözlükleriyle oturarak dışarıdaki çılgın partiyi seyretmeyi tercih eder. Pink, hayranları tarafından neredeyse bir yarı-tanrı gibi görülen bir rock yıldızıdır artık, yine de kendi izole dünyasında gizlenmeyi tercih eder. Karavandan gördüğü bir kadına yakınlaşmak amacıyla dışarıya bir adım atsa da, kadının onunla kurduğu ilk temas ondan imza istemek olunca, düş kırıklığıyla karavanına geri döner.
Fakat kadın, merak ve heyecan içinde Pink’i takip etmeyi sürdürür ve onun otel odasına kadar gelir. Odanın büyüleyici güzelliği karşısında Pink’in dünyasını keşfe çıkarken, Pink televizyonun karşısında sessizliğe gömülmeyi seçer. Bir önceki şarkıda duvardaki boşlukları kapatan tüm ürünler, bu kez Pink’in odasında sergilenmektedir. Genç kadının tüm bunların büyüsüne kapılmasının ardından Pink’le yakınlaşmaya çalışması, Pink’in televizyon karşısında ölü bir adam gibi tepkisiz biçimde durmasıyla reddedilir. Kadının çabaları Pink’in duvarına çarpıp parçalanırken, Pink büyük bir sinir krizine hazırlanmaktadır.
One Of My Turns
“Günden güne griye dönüşüyor aşk
Ölüm döşeğindeki bir adamın derisi gibi
Geceden geceye,
Her şey yolundaymış gibi davranıyoruz,
Fakat ben gitgide yaşlandım,
Ve sen gitgide soğuklaştın
Ve hiçbir şey çok eğlenceli değil artık
Ve hissedebiliyorum
Krizlerimden birinin daha yaklaştığını
Kendimi bir jilet kadar soğuk
Bir sargı bezi kadar sıkı,
Bir cenaze davulu kadar kuru hissediyorum.”
Pink, tüm başarısız girişimlerinin ve karısıyla dahi doğru ilişki kuramamasının ardından yeni bir öfke patlamasına hazırdır. Ansızın televizyonuna bir tekme atar ve ardından tüm odayı yerle bir etmek için kontrolsüzce saldırıya geçer. Söylediğine göre geçici bir öfke patlamasıdır bu, ancak fazlasıyla ilkokul günlerindeki başarısız isyan girişimini andırır. Onu gerçek dünyadan koruyan televizyonunu aşağı fırlatıp sesini bastıran şehrin gürültüsüne haykırır. Tüm çığlıkları, ne yazık ki yine duvarına çarpıp geri dönmektedir. Duvara sırtını yaslayıp kendini güvende hissettiği günlerden uzakta, bu kez duvarın altında ezilmektedir. Onun bu korkunç görüntüsü, kendini kaybetmiş biçimde etrafa saldırışı, genç hayranını doğal olarak korkutur ve kaçmasına sebep olur. Pink, çaresizce haykırır: “Niye kaçıyorsun benden?”
Don’t Leave Me Now
“Beni şimdi terk etme
Yolun sonunda olduğumuzu söyleme
Hatırla gönderdiğin çiçekleri
Sana ihtiyacım var bebek
Lime lime etmek için seni
Arkadaşlarımın önünde.”
Pink’in onu tek başına bırakanlara seslenişi, onu aldatan karısına serzenişiyle devam eder. Daha en baştan, “terk eden” olarak karısını suçlamakta, ona ihtiyacı varken onu bırakmakla itham etmektedir. Ördüğü duvarın kapılarını sıkı sıkıya kilitleyen Pink, hiç değilse duvarının arkasında lime lime edebilmek için birilerine ihtiyaç duymaktadır.
Karısı başka bir adamla tutkulu bir sevişme hâlindeyken Pink, parmaklarından kanlar süzülerek bu kez bomboş odasında yine televizyon karşısında oturmaktadır. Elinde sadece soğuk bakışlar kalmıştır başarısız isyan girişiminin ardından. Pink televizyon ekranıyla kendini uyuşturmuşken, arkasından yavaşça karısının gölgesi kendisine yaklaşır. Gölge, devasa bir çiçeğe dönüşür ve Pink’i kovalamaya başlar. Pink, çaresiz bir kaçışın içinde, duvardan duvara çarpmaktadır. Korku dolu gözlerle, onu nefessiz bırakan karısının ihanetini seyretmektedir. Pink’in dengesiz ruh hâli, bir çocuk gibi şefkate muhtaç bir biçimde yalvarırken bir anda öfkeyle önüne çıkan her şeye saldıran bir durumdadır. Her şeye rağmen Pink’in tüm çabaları, öfkesi, sevgisi ve nefreti, ördüğü duvarı yıkmaya yetmez. Duvar onu büyük bir güçle her seferinde içine çekmektedir.
Another Brick in the Wall (Pt.3)
“Beni saracak kollara ihtiyacım yok
Beni sakinleştirecek uyuşturuculara ihtiyacım yok
Gördüm duvarın üzerindeki yazıyı
Bir şeye ihtiyacım olduğunu sanma sakın
Hayır bir şeye ihtiyacım olduğunu sanma sakın
Hepsi hepsi duvardaki tuğlalardı
Hepsi hepsi duvardaki tuğlalardınız siz.”
Bu kısım Pink’in duvarını tamamen inşa ettiği, artık dünyayla tüm ilişkisini kopardığı bölümdür. Az önceki yardıma muhtaç hâli, büyük bir reddedişe dönüşmüştür. Hiçbir şeye ve kimseye ihtiyacı olmadığını söylerken aynı zamanda tek ihtiyacı olan şeyin bu duvar olduğunu da ima etmektedir. Burada akan sahneler, duvarına yerleştirilen tüm tuğlaların birer görünümüdür.
Pink bu noktada, yaşamı boyunca ihtiyaç duyduğu şeylerin duvardaki tuğlalardan başka bir şey olmadığını ve artık onlara ihtiyaç duymadığını açık bir şekilde söylemektedir. Annesinin koruyucu tavrı, karısının sevgisi, öğretmenlerinin baskısı, onu rahatlatacak uyuşturucular, hepsi onu yaşama adapte edecekken tam tersine yaşamdan soyutlamaya yaramıştır. Solucanlar Pink’in ruhunu kemirmekte, onu çürütmekte ve öldürmektedir. Artık güvendedir, tüm hatıralara elveda demenin zamanı gelmiştir.
Goodbye Cruel World
“Güle güle zalim dünya,
Terk ediyorum bugün seni.
Hoşça kalın tüm insanlar,
Söyleyebileceğiniz hiçbir şey yok,
Değiştirebilmek için fikrimi.”
Duvar tamamlanmıştır. Filmin ilk sahnesine geri döneriz, Pink kendisini otel odasına kapatmış, elinde tamamen kül olmuş bir sigarayla oturmaktadır. Duvarındaki son boşluktan dünyaya son kez seslenir Pink. Huzur içinde veda eder onu karanlığa gömen dünyaya ve anılarına. Bir anlığına zihninin içine gireriz Pink’in, orada bir yandan duvarını tırmalarken, bir yandan güven verici güneşin altında umutla koşan çocukluğunu görürüz. Çocuk Pink, ne olduğunu öğrenemediğimiz bir şey görür yerde ve şarkı son bir hoşça kal ile aniden susar. Pink sonsuza dek duvarının arkasında güvende kalacak ve yavaş yavaş çürümeyi mi bekleyecektir, yoksa çocuk yaşlarının masumiyetine yeniden ulaşacak ve duvarı yıkabilecek midir?
Not: Tüm şarkı sözleri www.pinkfloydturk.net adresinden alınmıştır.
[1] Louis Althusser, Yeniden Üretim Üzerine, İthaki Yayınları, s.44
[2] https://www.academia.edu/6718361/Carl_Schmitt_Siyasal_Kavram%C4%B1_%C3%9Czerine_De%C4%9Ferlendirme