Lars von Trier; Antichrist (2009), Melancholia (2011) ve Nymphomaniac (2013) serisinden oluşan Depresyon Üçlemesi sonrasında, The House That Jack Built (2018) ile beyazperdeye sonunda geri döndü.
Film, bu seneki Filmekimi’nin en çok merak ettiğim işlerinden biriydi; hatta genel olarak Nymphomaniac’tan sonra, neredeyse beş yıldır, fazlasıyla sevdiğim Lars von Trier’in son filmini bekliyordum ve Filmekimi kapsamında izleme şansı elde ettim.
Basitçe ifade etmek gerekirse Trier, Jack isimli bir mühendisin hayatından on iki yıla yayılan kesitler sunuyor. Jack, mühendis olmasının yanında aynı zamanda oldukça da zeki bir seri katil. Trier ise her zamanki Trier. Kendine has şiddet anlayışı, kendine has mizah anlayışı, kendine has sinema ve sanat anlayışını nasıl bıraktıysak hâlâ öyle. Trier’in alışık olduğumuz ve artık imzası haline gelmiş olan hareketli kamera kullanımları, bu filmde de kullanılmış yine.
Jack rolünde Matt Dillon’ı izliyoruz. Dillon oldukça başarılı bir performans sergilemiş. Özellikle karakterin birtakım takıntılarını, yaşadığı çaresizliği çok etkileyici bir şekilde yansıtmış. Jack’in takıntıları sebebiyle bir sürü risk alıp aynı şeyleri tekrar tekrar bir rutine döndürmesi dikkat çekiciydi. Özellikle bu sahnelerde satır aralarına ustaca yerleştirilen mizah unsurları ise yönetmenin hem ne kadar zeki olduğunu, hem de yaptığı işe ne kadar hakim olduğunu gösteriyor. Uma Thurman ise Nymphomaniac’ta çok kısa ama çok çok başarılı bir şekilde sergilediği etkili / eğlenceli / heyecan verici oyunculuğunun ardından, yine Lars von Trier ile çalışmış ve bu filmde kısacık da olsa yine harika bir iş çıkarmış ortaya. Kendisinin yer aldığı sahneleri izlemekten ayrı bir keyif aldım bu filmde de, tıpkı bir önceki filmde olduğu gibi.
Filmin aynı zamanda yönetmenin önceki filmleriyle, özellikle son eserleriyle, bir dil birliği de var. Bahsettiğim şey sadece yönetmenin alışılmış üslubu değil; özellikle Depresyon Üçlemesi filmleriyle sanki aynı katmanda gibi The House That Jack Built. Film boyunca ara ara bu hissi yaşamak beni fazlasıyla etkiledi. Benim için en ilginç detaylardan biri de ana karakterin erkek olmasıydı; zira Trier’in filmleri çoğunlukla, uzun yıllardır hep kadın karakter odaklı. Yani başrollerde hep kadın karakterler var. Bu durum; Breaking the Waves’de (1996) de, Dancer in the Dark’ta da (2000), Dogville’de de (2003), Manderlay’de de (2005) ve sonrasında çekilmiş tüm Trier filmlerinde de böyle. Neredeyse ilk defa erkek karakteri merkezine alan bir Trier filmi izlemiş olduk.
Trier’in bu son filmiyle bir kez daha anlıyoruz ki, aslında kendisi tam bir sanatsever. Önceki filmlerinde olduğu gibi bu filminde de müziği, edebiyatı, muhteşem tabloları ve metaforu harika bir şekilde kullanmış yönetmen.
Benim için festivalin en değerli filmlerinden biriydi.
İzlemeniz tavsiye olunur.