Başrolünde çocukların olduğu filmler denilince karşımıza büyük bir külliyat çıkmaktadır. Fakat birçok yetişkin seyircinin bile izlemeye zorlanacağı kadar kan dondurucu eylemlere imza atan çocuklar denilince akla gelen örnekler o kadar fazla değildir. Listedeki filmler, çoğunlukla masum olarak addedilen çocukların bazen ne kadar acımasız olabileceğine, oyun oynamakla başlayan süreçlerin sonunun bazen nereye varabileceğine örnek teşkil etmektedir. Kimisi sosyopat, kimisi hiperaktif, kimisi de system crasher olan tüm bu çocukların dünyasına ortak olur ama neden böyle olduklarına dair kafamızdaki soru işaretlerini cevaplayamayız. Zira listedeki filmlerin amacı cevap vermek değil soru sordurmaktır. Sadece çocuklara yönelik değil ebeveynliğe yönelik de algıları alt üst eden bu filmleri sindirmek de başa çıkmamızı istediği sorulara yanıt bulmak da gerçekten çok zordur.
İşte sordurduğu birçok soruyla çoğumuzun uykularını kaçıracak, etkisinden çıkmanın mümkün olmayacağı, izlerken bırak katarsis yaşamayı aksine kıvrım kıvrım kıvranacağımız filmlerden birkaçıyla sizleri baş başa bırakmak istiyorum. Lakin listeye geçmeden önce tüm bu filmlere esin kaynağı olmuş 1956 yapımı The Bad Seed ve daha nicesine selam göndermek isterim.
Filmler en yakın tarihli olandan başlanarak sıralanmıştır.
De uskyldige (Yön. Eskil Vogt, 2021)
De uskyldige (2021), yer yer korku, yer yer de gerilim filmi estetiğinden izler taşıyan; aynı zamanda Marvel evrenine de göz kırpan, melez bir yapımdır. Odağında ise dört çocuk var. Bu çocukların ikisi göçmendir ve bekâr anneleriyle yaşamaktadır. Aynı zamanda ilgisizlikten ve aile içi şiddetten muzdariptir. Diğer ikisi ise Norveçlidir ve oldukça sağlıklı bir aile yaşantıları vardır. Üstelik göçmen olanlardan Aisha’da aynı zamanda vitiligoya bağlı depigmentasyon [1] hastalığı vardır. Beyaz olan çocuklardan Anna ise otistik olmasıyla diğerleri kısmına dâhil olur. Sadece İda, “normal” biridir. Tam da bu sebeplerden dolayı İda, dümdüz bir çocukken Aisha, Anna ve Ben, telekinetik güçleri olan çocuklardır. Fakat Aisha ve Anna bu güçlerini iyi anlamda kullanırken Ben, ne yazık ki tam tersi yönde kullanmayı tercih eder.
De uskyldige, çocukların dünyasındaki acımasızlığı, ötekileştirmeyi belki de en keskin yerden sunan filmlerden biridir. Ama film bununla yetinmez. Çeşitli yapıdaki ebeveyn profilleri de Vogt’un hedefindedir. Yıpranmış, üzgün ya da ilgisiz ebeveynler… En önemlisi ise ortalıkta olmayan babalar yargılanır ve onların yarattığı sonuçlar irdelenir. Tıpatıp aynı olan konutların içinde yaşanan hayatların birbiriyle en ufak bir benzerliği yoktur. Bir maske görevi gören duvarların ardında yaşanan her bir hayatın farklı bir trajedisi vardır. Biz ise filmde bunlardan sadece birkaçına şahit oluruz.
De uskyldige, ortalıkta olmayan babaları ve güçlerini her daim zulmetmeye programlanmış erk temelli toplumu sanık sandalyesine oturtur. Alt metninde bir dolu mesaj barındıran, ırkçılığa, patriyarkal topluma, şiddetin hayatımızı işgal etmesine, aile denilen kavrama ve daha nicesine dair fazlasıyla söylediği ve söylemek istediği sözü olan De uskyldige, İda’nın büyüme hikâyesidir aynı zamanda. İda’nın kendi sınırlarını çizmesini, kötülüğü, iyiliği, hayatı tanıyıp anlamlandırmasını izlediğimiz film, John Locke’un “tabula rasa” [2] önermesini bir kez daha tartışmaya açar.
Titane (Yön. Julia Ducournau, 2021)
Titane (2021), tüm toplumsal normları alaşağı eden, üstelik bunu yaparken sinema sanatının en tekinsiz yerlerinde dolaşan bir yapım. Titane, klasik aile yapısına, beden algısına, heteronormatif toplumsal kabullere adeta okkalı bir tokat indirir. Sevgisiz büyüdüğü ailesinin himayesindeyken geçirdiği trafik kazası sonucu titanyumdan yapılma bir platinle hayatına devam etmek zorunda kalan Alexia, adeta beynine yerleştirilen bir çipin etkisi altındaymışçasına bambaşka birine, bir metal fetişistine dönüşür.
Lakin Titane’nın listeye dâhil olmasının sebebi Alexia’nın metal fetişisti olması değildir. Alexia, film boyunca iki ailenin çocuğu olur. İlki biyolojik ailesi, ikincisi de çocuğunu kaybetmiş ve onun yerine koyacağı bir evlat özlemiyle yanıp tutuşan Vincent olur. Alexia’nın biyolojik ailesi oldukça sorunludur. Üstelik bu filmde ilk defa doğrudan baba hedefe oturtulur. İlgisiz, nefret dolu olan baba, her hareketi ve bakışıyla Alexia’dan nefret ettiğini belli eder. Anne ise tamamen etkisiz bir role sahiptir. Sevilmediğini her anında hisseden Alexia da oldukça sorunlu bir çocuk profili çizer ve nihayetinde ebeveynlerini cezalandırarak yepyeni bir hayata başlar. Alexia, bu yeni hayatında kendi istediği aileyi yaratır. Her ne kadar ilk başlarda sorunlu bir çocuk olmaya devam etse de “sevgi” denen duyguyla karşılaştıkça değişip dönüşmeye başlar.
Sinema tarihine dâhil olan en ayrıksı karakterlerden biri olan Alexia, kutsal aile yapısına, patriyarkal düzenin koyduğu toplumsal normlara, toplumun geneli tarafından kabul gören cinsiyet algısına savaş açar. Aslında Alexia, yüzyıllardan bu yana patriarkal düzen tarafından konulan yazılı ya da yazısız tüm kurallara belki arsız bir çocuk, belki de asi bir genç gibi nanik yapar. Alexia, bir hayata tabi olmayı değil de yeni bir hayat yaratmayı seçer.
Systemsprenger (Yön. Nora Fingscheidt, 2019)
Film, mükemmel işleyen bir sisteme rağmen sorunlu bir çocuğun iyileşememesine bir diğer deyişle kazanılamamasına odaklanmaktadır. Benni, tam anlamıyla bir systemsprenger’dir. [3] Zira her şeye rağmen onu annesinden ayıranın o sistem olduğunu düşünür. Bu yüzden de sisteme tam anlamıyla anarşik bir tutumla savaş açar. Tek amacı sitemi yıkmak, ona zarar vermektir.
Tüm çabaları tıkayan ve bu nedenle ıslah evine veya akıl hastanesine sürüklenen Benni’yi bu durumdan kurtarmak isteyen Micha, son bir yol denemek ister. Benni’yi doğanın içinde kamp yapmaya götürerek ehlileştirmeyi planlar. Klasik Hollywood filmlerinde evlenmiş ve iki çocuk sahibi olmuş bu “ideal” aile babasının bir kurtarıcı olarak sunulması gerekirdi. Micha ile Benni’nin kamp macerası başarıyla sonuçlanmalı ve her şey çözüme kavuşmalıydı. Böylece seyirci de katarsis yaşamış bir şekilde sinema salonundan çıkmalıydı. Fakat karşımızda konvansiyonel sinema kodlarıyla oynamayı tercih eden bir yapım var. Bu nedenle her ne kadar Benni ile Micha arasında güçlü bir bağ kurulmuş olsa da ne yazık ki Benni, hiçbir ilerleme kaydedemez.
Benni’nin dürtüsel bir çocuk olduğunu veya şiddete eğilimi olduğunu tabii ki inkâr edemeyiz. Fakat bu şiddet eylemleri vurma, kırmadan öteye gitmez. Genelde de kendine zarar verir zaten. Öyle ki Benni, listedeki çoğu çocuğa göre oldukça da hislidir. Çocuklukta yaşadığı bir travmadan ötürü yüzüne dokunulunca kriz geçiren Benni, Micha’nın çocuğu yüzüne dokunduğunda bunu sevgiyle karşılayabilmektedir.
Tüm film boyunca yapabileceklerinden dolayı sürekli seyirciyi geren, bir yandan da ağzından her “anne” kelimesi çıktığında ciğerleri dağlayan ve en önemlisi her şeye ve herkese rağmen sistemin onu içine almasına izin vermeyen Benni’nin filmin sonunda tüm soruları cevapsız bırakarak özgürlüğüne yelken açmasını unutmak pek mümkün değildir.
Mommy (Yön. Xavier Dolan, 2014)
Mommy (2014), sorunlu oğul Steve ile annesi Diana ve karşı komşu Kyla arasındaki girift ilişkiyi merkezine alır. Aslında birbirini fazlasıyla seven anne ile oğul ne yazık ki pek anlaşamazlar. Diana ile Steve’i mutluluktan uçarken, birbirlerine şarkılar söyleyip, dans ederken de birbirlerinin boğazına yapışmışken de buluruz. Babasını kaybettikten sonra zaten var olan hiperaktivite ve dikkat eksikliği sorunları iyice su yüzüne çıkmış ve onu iflah olmaz bir düzen kırıcıya dönüştürmüştür. Steve, sistem tarafından iyileştirilme çabalarını sürekli boşa çıkarır, tüm yolları tıkar.
En son kaldığı kurumda kafeteryayı ateşe verip bir arkadaşının ikinci dereceden yanmasına sebep olunca annesiyle yaşamaya başlayan Steve, aslında bir nevi ödüllendirilir. Çünkü listedeki neredeyse tüm karakterler gibi Steve de anneye âşık, ona ciddi anlamda bağımlıdır. Fakat aşk, beraberinde ne yazık ki çatışmayı, nefreti ve şiddeti de getirir. Kyla ise bu sıra dışı anne ile oğul ilişkisi arasında denge unsuru olmaya çalışan, bir yandan da yaşadığı travmayı unutmaya çaba sarf eden bir karakter olarak çıkar karşımıza. Kyla aslında Steve’in hayatındaki otorite boşluğunu doldurur. Kyla, hem Diana için iyi bir arkadaş hem de Steve için bir baba figürü olur. Ne var ki bu alternatif ve oldukça da mutlu olan ailenin mutluluğu çok uzun sürmez. Diana, savaşmaktan yorulur ve o zaman Kanada’da kabul edilen yasaların gücünden yararlanarak oğlunu bir akıl hastanesine yatırır. Fakat Steve, sistemin açık kapısını bulmayı ve defalarca yaptığı gibi yine sistemi patlatmayı başarır.
Cannes Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü başta olmak üzere sayısız ödülün sahibi olan Mommy, her ne kadar birçok anıyla video klip estetiğinde bir atmosfer sunsa da değindiği mevzuların önemi, kurduğu alternatif aile yapısı gibi birçok meziyetiyle öne çıkmayı başarır.
We Need To Talk About Kevin (Yön. Lynne Ramsay, 2011)
Çocuk sahibi olmaya kendini hazır hissetmeyen Eva’nın istemeyerek doğurduğu Kevin, onun cehennemi olur. Annesinin mutsuzluğunu her daim hisseden ve buna karşı gardını almakla kalmayan, aynı zamanda ona savaş açan Kevin, Eva’ya ikisinin de hayatını sonsuza kadar değiştirecek bir gösteri sunar.
Doğum sonrasında postpartum depresyona [4] giren Eva, Kevin’ı emziremez. Anne ile çocuk arasında oluşacak bağın en güçlü etkeni olan emzirmenin gerçekleşememesi sorunların başlangıcı olur. Eva’nın depresyondan çıkamaması, babanın kural koymayan, sorumsuz tutumu sonucu çocukluk dönemine dair tüm fiksasyonlara sahip olan Kevin, büyüdükten sonra öncelikle hayvanlara sonrasında da insanlara yönelik şiddet eylemlerini hayata geçirir. Tabii film boyunca Kevin’in neden bir sosyopata dönüştüğünün asla tam olarak cevabı verilmez. Film boyunca çevresel etkenlere dikkat çekilse de genetik faktörlerin de ara ara altının çizildiğine şahit oluruz. Zira filmin amacı tüm bu soruları ve daha fazlasını seyirciye sordurmaktır.
Yarattığı olağanüstü gerilimi, muhteşem oyunculukları, çapraşık kurgusu ve elbette sordurduğu sorularla meziyetlerini saymakla bitiremeyeceğimiz bir yapım olan We Need to Talk About Kevin (2011), isminin aksine Kevin hakkında değil aslında Eva hakkındadır. Eva’nın günümüzden geçmişe bakışına bizi ortak eden film boyunca yavaş yavaş Eva’nın arınıp, iyileşmesine şahit oluruz. Eva, adeta zihninde bir mahkeme kurarak en başta kendini yargılar. Bu muhakeme sırasında geçmişiyle cesurca yüzleşir. Neticede filmin başında kırmızılara boyanmış olarak gördüğümüz Eva, filmin sonunda hayatındaki tüm kırmızılardan arınmış olarak yeni bir hayata başlar. En önemlisi ise Eva, bu yeni yarattığı hayatında Kevin’a da bir oda yaparak on sekiz yıl sonra ilk defa oğlunu hayatına kabul eder.
The Good Son (Yön. Joseph Ruben, 1993)
The Good Son (1993), listemizdeki en güçlü filmlerden We Need To Talk About Kevin ile birçok yönden benzerlikler taşıyan bir film. Mark, annesini kanserden dolayı kaybettikten sonra bir süre amcasında kalmak zorundadır. Burada günlerini Henry isimli akranı olan kuzeniyle geçirir. Aslında Mark’ın hayatına dâhil olacağımızı düşündüğümüz filmde bir süre sonra Henry’in dünyasına, sırlarına, gizil yanlarına odaklanırız. Mark’ın gözünden tanıdığımız Henry, kelimenin tam anlamıyla kötüdür. Hayvanlara, insanlara zarar verir; oldukça profesyonel silahlar yaratır, planlar yapar ve bu planları gözünü kırpmadan uygular. Bir süre sonra ise Henry’in geçmişinde ve gelecek planlarında çok daha fazlası olduğunu Mark’ın aracılığıyla öğreniriz.
Henry, listemizdeki ve hayattaki birçok sosyopat gibi hayvanlara zarar vererek başlar. Daha sonra ise diğer kan dondurucu eylemlerini devam ettirir. Yalnız, biraz önce de bahsettiğim gibi Henry, her ne kadar yaptıklarını planlayacak kadar profesyonelleşmiş olsa da seyirciyi tam olarak yaptıklarına ikna edemez. Zira biz filmin hiçbir anında Henry’in geçmişine, toplum tarafından hor görülmesine, akran zorbalığına uğradığına, bulunduğu ortama uyum sağlayamamasına, ebeveynlerinden şiddet görmesine, bedeniyle ilgili bir sorununun olduğuna şahit olmayız. İşte tüm bunlar dolayısıyla da Henry’in yaptıklarını anlamlandırabilmek, ikna olmak pek mümkün olamaz.
Tüm bunların yanında klasik bir Hollywood yapımı olarak tüm klişeleri kullanmaktan geri durmayan film, özellikle finaliyle ne kadar seyirciye oynadığını açık eder. Bu anlamda tek amacı seyirciye katarsis yaşatmak olan ve bu sebeple seyirciye soru sordurmaktan çok izleyicinin arzularını tatmin etmeye odaklanan bir yapım olarak listedeki çoğu filmden ayrışır. The Good Son için listenin en zayıf halkası dersek haksızlık etmiş olmayız aslında.
Made in Britain (Yön. Alan Clarke, 1982)
Made in Britain (1982) listedeki Systemsprenger’a esin kaynağı olmuş bir TV filmi aslında. Başkarakter Trevor, tıpkı Benni gibi sisteme her defasında zarar vermeyi kendine görev edinen, tüm olumlu yaklaşımları samimiyetsizlikle addeden, iyileşmeyi, topluma karışmayı reddeden bir genç. Irkçı ve dazlak olan bu karakterimiz; eline geçen her fırsatta göçmenlere saldırır. Bu saldırgan tutumları, onu sürekli mahkemeye ve gözetim altında tutulmaya mahkûm eder. Trevor, artık sistem tarafından ona sunulan tüm kredileri tüketmiştir. Bu nedenle de sistemin sınırlarını yıkan, sisteme açık kapı bırakmayan bir çocuk olduğu için tıpkı Benni gibi bir system crasher’dır.
Trevor’ın sistem tarafından kazanılmaya, sistemin sınırları içine hapsedilmeye hiç niyeti yoktur. Sürekli yakan, yıkan, çalan, çırpan bu karakterin ne kadar zeki ve her yaptığının bilincinde olmasının fark edilmemesi mümkün değil. Onun gibi birinin Nazi sempatizanlığı yapması her ne kadar akıl alır gibi olmasa da anlamlandırmak çok zor değildir. Zira ırkçılık, sistemi o ya da bu anlamda patlatmak isteyen Trevor için sadece bir araçtır. Günün sonunda Trevor, sosyal hizmetler bünyesinde büyümüş, hayata baştan yenik başlamış olmanın, sağlıklı bir ailenin içinde huzurlu bir hayat yaşayamamanın, yaşıtlarına göre hayata hep yenik başlamış olmanın öfkesini sindiremez. Israrla her yolu bizzat kendi elleriyle tıkar.
Made in Britian, Systemsprenger’ın tersine duygusallıktan fersah fersah uzakta olan, anlattığı meseleyi tokat gibi seyircinin yüzüne vuran bir yapım. Bir TV projesi için oldukça vurucu bir iş olan Made in Britian, her ne kadar niş bir iş olarak kalmış olsa da Systemsprenger gibi birçok filme esin kaynağı olarak, daha mühim bir misyon yüklenmiştir aslında.
[1] Vitiligo, kesin sebebi bilinmemekle birlikte deride pigment kaybına bağlı olarak açık renkli alanların oluştuğu bir tür deri hastalığıdır.
[2] John Locke’un ortaya attığı “boş levha” önermesine işaret eder. Zihnimizde doğuştan gelen bir fikir yoktur. Tabula rasa, Locke’u her şeyin doğuştan belirli olduğunu savunan kaderci filozoflardan ayırır.
[3] Sistemi yıkan/patlatan anlamına gelir. Sosyal hizmetler kurumunda yaşayan çocukların bazen tüm çabalara yanıt veremediği görülmektedir. Bu tarz durumlarda çocuğun hiçbir şekilde kazanılamaması sebebiyle bu terim onlar için kullanılır.
[4] Doğum sonrası hüzün tablosu beklenen, anormal olmayan bir ruhsal sıkıntı olup tedavisiz iki hafta içinde düzelir. Bu belirtilerin iki haftadan daha uzun sürmesi halinde, özellikle doğumdan sonraki ilk üç ay içinde ortaya çıkan depresyon tablosu postpartum depresyon olarak adlandırılır.