Oyuncu Murat Kılıç ile Antalya Altın Portakal Film Festivali Ulusal Yarışma seçkisinde oynadığı Ferit Karol’un yönettiği Kumbara filmi ile oyunculuk üzerine konuştuk. Kılıç ayrıca Türkiye sinemasına dair izlenimlerini de aktardı.
Öncelikle Kumbara’nın basın toplantısında söylediklerinizle ilgili bir sorum var. Söyleşide bu rolü uzun zamandır heyecanlı bir şekilde beklediğinizi söylemiştiniz. Sizi heyecanlandıran ve filme bağlayan ne oldu?
Bir oyuncu, iyi bir rol bulduğunda onun kokusunu alıyor. Ben de bu kokuyu aldım çünkü filmin çok güzel bir buluşu var. Sürprizini sona saklıyor. Öyle bir sürpriz ki karakteri hayatı boyunca sırtında taşıyacağı bir yükle bırakıyor. Böylece bu senaryo hissetmediğim duyguları hissetme şansı verdi. Bir insanın annesi için bile bunu düşünebilecek bir noktaya gelişi aslında üzerine günlerce konuşulabilecek bir mesele. Dönüp bakınca böyle bir son filmin bütününe yayılıyor. Bu yayılan duygu beni heyecanlandırmıştı.
Orhan mülayim ve uyumlu bir karakter. Ama yaşadıklarından sonra bir ara gerçekten o dehşetli eylemi gerçekleştirecek mi diye düşünmedim değil.
Senaryo bu konuda çok tutarlı. Orhan’ın başına gelen bütün olaylara karşı verdiği hiçbir tepki büyük değil. Karşısına çıkan pek çok olaydan yalnızca sıyrılmaya çalışıyor. Filmde tepkisel davrandığı bir sahne var. Ama orada da kendini frenliyor. Bu yüzden aklına annesini öldürme fikri gelmiş bile olsa bunu yapabiilecek cesareti yok.
Peki bir yönetmenle çalışırken sınırlarınız nedir? Kendinizi ne kadar yönetmene bırakırsınız?
Film yönetmenin rüyasıdır. İlk filmlerde, insanlar genellikle hem yazıyorlar hem yönetiyorlar. Herkes kendi hikâyesiyle ilk filmini çekiyor. Dolayısıyla bu insanlar bunu yazarken bir şeyi görerek yazıyorlar. Oradaki karakteri yaşayarak yazıyorlar. Benim görevim şurada başlıyor: Sonuna kadar teslim olmak. Film sürecinde kendi hayalimin peşinden gidemem. Çünkü onun hayali. Ben onun hayalindeki kahraman olarak onun hayalini nasıl gerçekleştiririm, o rolü daha iyi nasıl oynarım gibi soruların peşine düşüyorum.
Öyleyse bir role hazırlanırken sizin deneyimleriniz nasıl bir yerde duruyor?
Deneyim role yaklaşımla alakalı bir şey. Rolü ete kemiğe nasıl büründüreceğinin derdinde olmakla alakalı. Oyunculuk demlenen bir şey; demlendikçe daha iyiye gidiyor. O noktada size gelen rolü elbette sete kadar tartışıyorsunuz. Siz o karaktere nasıl dönüşeceksiniz, bu önemli. Örneğin ben oynayacağım rolde kendimi görmeye çabalamam. Öyle bir durum karşısında ne yapılmalı üzerinden rolü düşünürüm. İşte o zaman kendi deneyiminizi katabiliyorsunuz. Orhan ne yapar, nasıl yürür, nasıl güler, nasıl yemek yer gibi sorulara cevap buldukça rolü ortaya koyabiliyorsunuz. Yoksa Murat ne yapar diye düşünüp Murat’ın peşine düşerseniz Orhan olmaz.
Filme geri dönecek olursak, Kumbara’da oynamaktan en çok keyif aldığınız sahne hangisiydi?
Hastanede koridorda yürüdüğüm sahne. Bana göre bir oyuncunun alkıştan, beğeniden daha önemli bir anı var: Oynadığı kişiye dönüştüğünü hissettiği an. Yani Kumbara özelinde bedeninde Murat’ı yok edip Orhan olma hali. Annesiyle o sürprizli andan sonra koridorda yürürken, bende korkunç bir hâl, içimde bir korku vardı. “Bundan sonra ne yapacağım ben?” Benim için hissedilmesi çok keyifli bir andı gerçekten…
2000’lerin başından beri aktifsiniz. Bir çok farklı mecrada yer alıyorsunuz. Tiyatroda, uzun metrajlarda, kısa filmlerde, dizilerde, reklamlarda. Bu çeşitlilik sizin oyunculuğunuzu etkiliyor mu? Zenginleştiren bir şey mi?
Oyuncunun biriktirmesi gerekiyor. Sanatçı dediğin insan ancak biriktirerek üretebiliyor. Uzun süreçler gerekli. Sanatın her alanında ancak biriktirerek özgünleşebiliyorsunuz. Biriktirmezseniz aynı kalıyorsunuz. Ben yirmi yıllık oyunculuk hayatımda -başka bir şey yapmıyorum, yapmak da istemedim zaten- giderek akıllandığımı düşünüyorum. Yirmili yaşlarda yaptığım işlere, oyunculuğa, role yaklaşımımla bugünkü arasında dağlar kadar fark var. Çünkü hayattan da öğreniyorum bir yandan. Öte yandan oyunculuğa dair daha derin ne yapabilirim sorusunun peşindeyim. Elbette neden oyuncu olmak istediğimi çok iyi biliyorum. O duygumu hiç kaybetmedim. Kendimde de hep sorgularım. Bunu unutmazsanız, güzel bir yolda yürüyorsunuz demektir. Yaş aldıkça daha da güzelleşiyor.
Sürekli arayışta olma hali yani…
Bu arayışın sonu yok. Ben çok iyi oyuncuyum diye bir kenara çekilemeyiz. Ya bambaşka bir rol gelirse? Mesela ben katil oynamadım. Katil gelirse ne yapacağız?
Öyleyse farklı rollere de açıksınız.
Tabii ki açığım. Yeter ki sözü olsun hayata dair. Bu sözü güzel söyleyebilsin. İyi bir yöntemle söyleyebilsin. Bir buluşu olsun hayata ve topluma dair, sıradan olmasın.
Söyleşide ayrıca oynadığınız bir filmi ikinci kez izleyemediğinizi dile getirmiştiniz.
Evet. O benim maalesef lanetim.
Biraz anlatır mısınız?
Kendime en ağır eleştiriyi ben yaparım. Eğer oynadığım şeyde, kimse farketmese de, ufacık bir çapak kalmışsa kendime çok acımasız davranıyorum. O yüzden kendimi bir kenara koyup soyutlayarak filmi izlemekte zorlanabiliyorum.
Uzun zamandır bu camiadasınız. Türkiye’nin dönüşen sinemasını da gördüğünüzü düşünüyorum. Şu anki Türkiye sinemasında hoşunuza giden yönelimler var mı?
Bu her sene değişen bir şey ne yazık ki. Bazı seneler bütün filmler birbirine benziyor. Örneğin orta sınıf meselesi. Orta sınıf hikayelerinden vazgeçmesek de başka biçimlerle dile getirmeliyiz. Shakespeare’den vazgeçiyor muyuz? Hamlet hala oynanmaya devam ediyor. Ama önceki Hamlet’in üzerine siz ne katabilirsiniz, bu önemli. Ayrıca ülkenin içinde bulunduğu sosyoekonomik durumla da çok alakalı. Ülkenin hali o kadar belirleyici ki… Benim derdim var diyorsunuz ama günün sonunda hepimizin derdi aynı. O yüzden sinemalar da aynı. Farklılığı yakalamak gerekiyor. Bu noktada gençlerden umutluyum. Onlara destek olmalıyız. Onları ilk filmlerinden sonra ağır şekilde eleştirmek yerine tartışmalıyız, yol göstermeliyiz. Zaten bir avucuz. O kadar azız ki birbirimizle kavga ederek bir yere varamayacağız. Hele Türkiye’nin içinde bulunduğu bu sıkıntılı ortamı düşünürsek…
Bence festivaller de bu baskıya önayak olabiliyor. Mesela usta denilen yönetmenlerin yıldızı daha da parlıyor genç jenerasyonun üzerinde. Gençler de bunun ağırlığı altında ezilebiliyor. O yönetmenlerin gölgesinden çıkmaya çalışmak zor bir deneyime dönüşebiliyor.
Bu yıldırıcı bir durum olabilir. Ama ülkede Nuri Bilge Ceylan ve diğer değerli yönetmenlerin varlığına rağmen “benim de sözüm var, ben de söyleyeceğim” demek lazım. O yönetmenleri yolculuğumuzda bir şiar olarak taşıyalım ama özgün eserler üretmeye çabalayalım. Film üretimi tabii ki zorlu bir süreç. Fonlar, filmin yolculuğunu çok etkileyebiliyor. Bu yüzden fon bulanlar da ellerine geçen fırsatı iyi değerlendirmek zorunda diye düşünüyorum. Çünkü filminize fon bulduğunuzda, sadece kendi filminizin sorumluluğunu taşımıyorsunuz artık. Filmine fon bulamayanların da sorumluluğunu taşıyorsunuz. Bunu da göz önünde bulundurmak gerekir. Bir oyuncu olarak ben de bağımsız sinemada oynamak isteyip oynayamayanların sorumluluğunu taşımalıyım.
Öyleyse son olarak şunu sorayım. Klasik bir soru olarak, sizi oyunculuğa iten…
Zeki Alasya! Onurla her yerde bağıra bağıra söylediğim bir şeydir bu. Ben çocukluğumdan beri Zeki Alasya’yla tiyatro yapmak istiyordum. Rahmetli Zeki Abi “Balıklama” diye lokanta açmıştı Yeniköy’de. Onun kapısında günlerce bekledim Zeki Abi’yi görmek için. Bir gün geldi. Koşarak gittim yanına. “Beraber tiyatro yapmazsak ya seni ya kendimi öldürürüm,” dedim… Ne mutlu bana ki birlikte birkaç sene çalışabildik. Dünyanın en güzel insanıydı. O kadar üzülüyorum ki gittiği için. Oyuncu olmamın sebebi odur.
Bu keyifli röportaj için Fil’m Hafızası adına teşekkür ederiz.