Almanya’nın 3. Kuşak Türklerinden olan Fatih Akın, Metin Erksan’ın Susuz Yaz (1963) filminden 40 yıl sonra Gegen die Wand (2004) ile Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı ödülü almıştır. Sadece bu bilgi bile filmi henüz izlememiş olanlar için geçerli bir sebep olabilir, evet, yalnız benim gibi bu filmi izleyip de gerçekçiliğinden etkilenmiş olan izleyiciler için elzem olan bir şey varsa o da derin bir nefes almaktır.
Fatih Akın’ın karakterlerinde ve hikayelerinde alışılagelmiş ‘’Alamancı Türkler’’ olgusunu görmenin pek olası olmadığını bilirsiniz. Farklı bir ülkeden gelen herhangi bir yabancı için belirli bir rezonans muhtemelen vardır. Fakat üzerinde konuşacağımız karakterlerin ne yazık ki başka seçenekleri yok. Onlar Batı ve Doğu’nun kültür sarkacındaki kaotik boşluğu olabilecek en uç noktalarda yaşamaktadırlar. Yeşilçam filmleri tadında naif fakat şiddet ve isyanla örülü bir tür geleneksel melodramdır Fatih Akın’ın bizlere sunduğu. Belki de filme QuentinTarantino mizahı bulaşmış bir Lars VonTrier filmi yakıştırmaları yapılması bundandır.
Açılış sekansında bizi karşılayan İstanbul manzarası eşliğindeki Selim Sesler ve Orkestrası tarafından adeta sarıp sarmalanarak memleket, aidiyet gibi kavramların notalarla vücut bulmasını seyreylerken kendimizi bir anda sert, parlak ışıklar içindeki bir punk kulübün kapanış saati içinde buluyoruz.
Kulüpte tek tük kalmış vücutların sendelemeleri arasında hayatını kazanan, atılan boş bira şişeleri misali dağınık ve bitkin bir adam olan Cahit, sarhoş bir müşterinin şiddetle karşılık bulan kışkırtması sonucu bardan atılır. Arabası ile tam gaz giderken duvara toslaması bu karanlık ve cesur filme atmış olduğumuz ilk adım olarak belleklerdeki yerini alır.
Cahit, 40’lı yaşlarında, Türk asıllı bir Alman. Hayattan vazgeçme eşiğini çoktan aşmış, acılarından kurtulmak için kendisini alkol ve uyuşturucuya vermiş, Türkçeyi pek düzgün konuşamayan, çok sevdiği Alman eşiyle birlikte sanki aidiyet duygusunu da yitirmiş olan biri… Sadece Cahit karakteri bile başlıbaşına aykırı bir Türk kimliği iken bir de Almanya’da yaşayan bir Türk ailenin tek kızı olan ve ebeveynlerinin istediği şekilde evlilik hayalleri olmayan, tek arzusu canı nasıl istiyorsa öyle yaşamak olup, cinsel özgürlüğünü bu listenin başına koyan Sibel de en az Cahit kadar aykırı bir kimlik olarak hikayemize eklenir.
Her ikisinin de başarısızlıkla sonuçlanmış intihar teşebbüsleri sonucunda kaldıkları rehabilitasyon merkezindeki karşılaşmaları sonucu ilişkileri Sibel’in Cahit’e evlenme teklif etmesi ile elitist anarşizme doğru evrilmeye başlar.
Rehabilitasyon merkezindeki doktorun Cahit’e söylediği ‘’ Hayatına son vermek istiyorsan bunun için ölmene gerek yok.’’ cümlesi Cahit için Sibel’in evlilik teklifi ile hayat bulurken Sibel için de arzu ettiği gibi sınırları olmayan bireysel özgürlük hayalinin gerçek olması demektir. Peki bu özgürlük Cahit’in sınırlarına ulaştığında neler olacaktı? Bireylerin sınırlarını öğrenme biçimi nasıl sonuçlanacaktı?
Başlangıçta birlikte içebilir, dışarı çıkıp eğlenebilir, evde geleneksel Türk yemekleri yiyebilir olmaları ile kulağa hoş gelen bu ‘ev arkadaşlığı’nı sürdürürken tek yapmaları gereken birbirlerine âşık olmamak ve cinsel hayatlarını farklı kişilerle diledikleri gibi yaşamaktır. Bizler tam da bu minvalde aslında bir ölüden farksız olduğunu düşündüğümüz, ‘sert erkekler âşık olmaz’ kuralının adeta vücut bulduğu Cahit’in kendi etrafına ördüğü duvarı kıra kıra Sibel’e nasıl âşık olduğunu görürüz… Bahsettiğimiz karakter bu sahte evliliği daha en başında oldukça gönülsüz bir şekilde kabul eden bir adamdan aynı kişi için cinayet işleyebilen birine dönüşmüştür.
Birbirlerine açılıp mutlu sona ereceklerini düşündüğümüz kahramanlarımız için kader ağlarını çoktan örmeye başlamış, Cahit, Sibel’in başka erkeklerle birlikte olmasını kıskanır hale gelmiş, Sibel ise yanında çalıştığı kuaförün Cahit’le birlikte olduğunu öğrenince kendisini bile şaşırtan bir şiddetle Cahit’i kıskanmış ve çalıştığı yeri terk etmiştir. En nihayetinde hiç olmaması gereken şey olur ve Cahit, Sibel’in sevgililerinden birinin kendisini kışkırtması sonucu öfkesini kontrol edemeyerek cinayet suçu ile hapse girer.
Tüm bunlar izleyiciyi hayatına kendi kurallarına göre devam eden insanların başka insanların özgürlükleri ile kesiştikleri noktada ne olur? Bu, insanların hayatında fedakarlık gösterip, feragat edebilecekleri bir dönemeç midir yoksa kendi sınırlarını öğrenmek için yaşamaları gereken doğal bir süreç midir gibi sorulara gark eder.
Sibel ise Cahit’in hapse girmesinin ardından İstanbul’da yaşayan kuzeni Selma’nın yanına gider. Düzeni, kuralları ve monotonluğu ile yaşayan Selma, Sibel’in ve benimsediği hayat görüşünün tam zıddını temsil eder. Sibel bunlara sadece bir müddet tahammül gösterecektir zira hep kaçtığı, bu uğurda intiharı göze aldığı hayat bunları kabul edemez.
Yaşadığı yalnızlık ve bir türlü sonuçlandıramadığı arayışlarının sonucu İstanbul’un arka sokaklarında kendini öldürtmeye kadar gider. Sonrasında ise adeta küllerinden yenide doğan bir Sibel ile karşılaşırız. Televizyonda, ay yıldızlı forması ile yarışan adaşını izlerken “Hadi Sibel, yapabilirsin!” dediğinde aslında sadece o sporcu için değil kendisi için de bu kısa fakat kalpten gelen samimi cümleleri sarfeder. O artık bir annedir. En başından beri karşı çıktığı, anarşist yaşam olgusunun kabul etmediği aile yaşantısı artık O’nun tek gerçeği olmuş duvara toslamıştır.
Sibel, arayışını bu şekilde nihayete erdirirken Cahit, hapisten çıkmış, tekrar birlikte olabilmek için İstanbul’a Sibel’in yanına gelmiştir. Amacı onunla birlikte Mersin’e, doğduğu topraklara gitmektir. Peki Sibel büyük bir mücadele sonucu elde ettiği iyi ya da kötü hayatını bırakıp bu yolculukta Cahit’e katılacak mıdır?
Her iki kahramanımız da etraflarına örülen duvarları yıkana dek kendilerini sayısız kez bu duvarlara çarparken bulmuş fakat kendi küllerinden yeniden doğmayı başarmış, kendilerini hayatları boyunca kaçtıkları şeyleri yaşarken bulmuşlardır. Belki de en başından beri olması gereken gerçekliklerini yaşamaya başlıyorlardır, kim bilir?