Ah Gözel İstanbul (2020), İstanbullu bir Ermeni entelektüel Eremya Çelebi Kömürciyan’ın 17. yüzyılda yazdığı İstanbul Tarihi isimli kitabından yönetmen Zeynep Dadak’ın uyarladığı bir belgesel. Film boyunca seyahatnamedeki rotayı takip ederken Kömürciyan’ın üst sesi seyirciye eşlik ediyor. Bu gezintide günümüzden bir karakter de (Aykut Sezgi Mengi) yer yer kaybolup geri dönüyor. Film 17. yüzyıl ile günümüz arasındaki geçişleriyle belgesel ve kurmaca arasındaki gerilim üzerinden İstanbul’u görme çabası içerisinde.
Film etkileyici bir sahneyle açılıyor. Kamera İstanbul’un hisarına denizden yaklaşıyor. Görüntünün görkemini pekiştiren etkileyici koral müzik ile hisardaki küçük bir kapıdan içeri giriyoruz. Surun arkasında sıkışık bir yoldan kamera sanki yolunu bulmaya çalışıyor. Böylece film aslında neyi hedeflediğini seyircisine açılışta söylüyor: İstanbul’un ihtişamını pekiştiren bir sürü bilindik büyük anlatılardan sıyrılıp köşede kalmış, unutulmuş küçük hikayelerde yolunu bulmak. Böyle hafızadan silinmiş hikayeler silsilesi için “İstanbul benim evimdir” diyen bir Ermeni yazarın seyahatnamesi bir iskelet işlevi görüyor.
Görüntü yönetmenliğini Florent Herry’nin üstlendiği filmde her bir çekim bir sonraki görüntü için hazırlanmış hissiyatı veriyor. Bir hayalet gibi duraksız ve yavaşça gezinen kamera filmdeki akışı güçlendiriyor. Kameranın bu hareketine ivme kazandıran sesler ve müzikler filmin bir diğer güçlü tarafı olarak karşımıza çıkıyor. Kömürciyan’ın seyahatnamesinde ata bindiğini anlatırken günümüz sokaklarında birden nal sesleri duymak veya Ayasofya’daki binbir çeşit hayvan imgelerinden bahsederken aniden hücum eden hayvan sesleri, belgeselin kurmaca niteliğini de güçlendiriyor. Belgesel alışılageldik bir tanıklık dökümanı sunmaktansa tanıklık ile kurmacanın birbirine dokunduğu yerde duruyor. Böylece kurmacanın doğasına ve o “Güzel İstanbul” lafını pekiştiren ana anlatılara da ışık tutuyor.
Ah Gözel İstanbul, bir kentin içindeki gezginlerin, hükümdarların, azınlıkların, meczupların temaşası ile nasıl kurulduğuna dair düşündürürken Zeynep Dadak yeniden İstanbul’u bir anlatıyla kurmaya çalışmıyor. Büyük anlatılara olan mesafesini yer verdiği hikâyelerle belli ediyor. Hatta Kömürciyan’ın metnini olduğu gibi almayıp kendi eleğinden geçirmesi de buna bir işaret. Böylece tarihte en çok görülen ve görüldükçe kurulan şehirlerden biri olan İstanbul’un bakışla olan ilişkisi de bu çerçevede irdelenmiş oluyor. Filmin adında da o klişe tabirdeki Güzel’i Gözel’e çevirerek tatlı bir kelime oyunuyla bunun ipucunu veriyor Dadak.
Dayatmacı bir iddiası olmadan, öylece geçip giden bu hüzünlü ve özgün İstanbul belgeseli umarım yolculuğuna devam eder ve daha fazla seyirciyle buluşur, çünkü “bir zamanlar bi arada yaşadığımıza dair izler yalnız mezarlarda kaldı.”