“Çocuk çocuk iken, çocuk olduğunu bilmez Çocuk çocuk iken, Şu soruların zamanıydı: Neden ben benim de, sen değilim? Zaman ne zaman başladı ve mekan nerede biter? Güneşin altındaki hayat sadece bir hayal değil mi? Gördüğüm ve duyduğum ve kokladığım şey, Bu dünyadan önceki bir dünyanın sadece görünüşü değil mi? Gerçekten kötülük Ve kötü insanlar var mıdır?”
Der Himmel Über Berlin (Yön: Wim Wenders, 1987)
Alman edebiyatında ve sinemasında sıkça kullanılan cennet, melek, gökyüzü gibi imgeler insanlığın kurtarıcısı rolüne bürünürken, özellikle 1920’li yıllardaki Alman dışavurumcu sinemasında sıkça kullanılan vampir ve hayalet gibi varlıklar Birinci Dünya Savaşı’nın yol açtığı bunalımın, öfkenin ve çöküşün simgesi olurlar.
Der Himmel über Berlin de bu gelenekten yola çıkarak melekleri –ve gökyüzünü- insanlığın kurtarıcıları olarak gösterir. Melekler Tanrı’nın birer yansımalarıdır ve dünyanın başlangıcından beri olup biten her şeyi bilirler. Kentin içinde bulunduğu durum üzerine gökyüzünden inip sokakları dolaşmaya başlarlar. İnsanların yalnızlıklarına ortak olurlar, intihar etmek üzere olan birine el uzatırlar, morali bozuk bir kadının düşüncelerine eşlik ederler. Belki bir şey değiştirmezler, ama umudu taşırlar.
Belki yetişkinler için çok geç olabilir, ama nadasa bırakılmış bu topraklarda hala sevinçle koşuşturan, oyun oynayan, kötülüğün ne olduğunu dahi bilmeyen çocuklar vardır. Onlar kötülüklere o kadar uzaktırlar ki gökyüzünden kendilerini izleyen melekleri bile görürler. Melekler onları da taşır.
Bir utanç duvarıyla ikiye ayrılmış Berlin, insanlığı kurtarmaya gelen melekler, kötülüğü reddeden çocuklar… Der Himmel Über Berlin, umuda dair bize çok şey anlatır.
Atakan Ozkan