Hedi ile bir kız isteme merasiminde tanışırız. Damat adayı olarak annesinin yanına kurulmuş, sessizce konuşulanları dinlemektedir. Ziyaret boyunca hiç sesini çıkarmayan Hedi, eve gelince annesine çıkışır: “Neden resim yaptığımı söyledin? Ben portre çalışmıyorum ki!” Annesi de “Ne var ki çiziversen.” deyiverir.
Bu küçük sahne, bu yıl Berlin’den Gümüş Ayı ve En İyi Erkek Oyuncu ödülleri ile dönen Hedi (2016) filminin özü bir bakıma. Tunus yapımı ve Arapça olan filmde yaşananlar Türkiye’ye hiç yabancı gelmiyor. Toplumun baskısı altında bireyin durumunu, bireyselliğini yaşayamamasını ve çıkışsızlığını izlerken kendi hayatımızı da gözden geçiriyoruz.
Yaşamı boyunca ne denildiyse harfiyen yapmış, kendi fikri hiç sorulmamış, hep Fransa’da yaşayan abisiyle mukayese edilmiş, yumuşakbaşlılığına rağmen hiç kimseye yaranamamış bir erkek, Hedi. Hâlâ annesinden harçlık alması, vaziyetinin güzel bir tezahürüdür. Çünkü annesine göre harcama yapabileceği bir şey yoktur ki! Diğer deyişle çevresine göre Hedi, bir birey değildir! Hedi’nin kendi hayalleri, düşünceleri, eylemleri olamaz. Annesi onun yerine düşünür, patronu ona nasıl davranacağını söyler, abisi onun için iş bulur, akrabaları ona bir hayat arkadaşı bulur, arkadaşları onun yerine oynar. Hedi’nin tek yapması gereken tüm bunlara onay verip ses çıkarmamaktır.
İşte filmimizin başında Hedi, bu durumdadır. Bir birey değildir, zararsız bir parazittir. Ta ki düğün arifesinde iş için gittiği otelde bir animatör olan Rym’e âşık olana kadar… Film de burada kırılır zaten. Hedi içinde birikmiş öfkeyi açığa vurmaya başlar. Önce kendisini sorgular. Yaptığı yanlışları düzeltmeye çalışır. Sonra çevresini sorgulamaya başlar. Mesela, beni filmde en çok vuran sahnede Hedi, her gece ona çok samimi (“Keşke bu gece yanında olsam…” gibi) mesajlar atan nişanlısına hayattan ne istediğini sorar. Kız boş gözlerle ona bakar ve en sonunda sadece evlenip çocuk sahibi olmak istediğini söyler. Aslında o kız da Hedi’den çok farklı değildir, toplumun ondan istediğini ifa etmektedir. Bu istekler arasında da kendi hayatı için düşünmek, sevdiği biriyle evlemek, kocasını cinsel olarak düşlemek yoktur. Zaten Hedi’ye âşık değildir çünkü 3 yıldır kapısının önünde, araba içinde buluşup konuşsalar da onu tanımamaktadır. O mesajları da ya özentilikten ya da âdet yerini bulsun diye atmaktadır. Tıpkı sokaklarda birbirini sevmediği, el ele tutuşmanın -yani temas etmenin- gerçek manasını bilmediği hâlde dip dibe dolaşan sevgi pötürcükleri gibi.
Mohamed Ben Attia, ilk uzun metrajında aslında daha önce defalarca irdelenmiş bir konuyu anlatıyor. Hatta Türkiye’deki çoğu eleştirmen, ülkemizdeki son dönem sinemasının ‘erkeklerin bitmek bilmeyen büyüme sanrıları’ndan bir türlü kurtulamamasını -haklı olarak- eleştiriyorlar. Nitekim yapılan onca filme rağmen hâlâ akıllara ilk olarak Anayurt Oteli‘nin (1986) gelmesi, bu durumun başka bir tezahürü. Hâlbuki sadece dert yanmak amacıyla bir hikâye olarak anlatmak yetmiyor. Ben Attia’nın yaptığı gibi o derdi sinematografik olarak da perdeye yansıtmak, seyirciye o arada kalmışlığı hissettirmek gerekiyor. Zaten bu yüzden Anayurt Oteli hafızalardan silinmiyor. Hedi‘den örnek vermek gerekirse, Hedi ile Rym’in yerel bir eğlenceye konuk olduğu sahne bu açıdan filmin zirve anlarından. Kim olduğunun önemli olmadığı, herkesin büyük bir neşeyle içip beraber dans ettiği mekânda Hedi de içki ve dansın verdiği coşkuyla sarhoş olmaya başlar. Kamera da Hedi ile beraber halaya katılır. Böylece seyirci de bire bir olarak Hedi’nin kimseyi umursamadan eğlenmesine, duyduğu hazza, Rym’e hissettiklerine ve bunlara rağmen kafasında dönen binlerce soruya ortak olur. Kafası sevinçten, aşktan ve topluma karşı gelmekten ötürü hissettiği suçluluk duygusundan devamlı dönen Hedi ile biz de döneriz. Nitekim sonraki sahnelerde Hedi o âna kadar süregelen kafa karışıklığına son verip kendi kararlarını almaya başlayacaktır.
Ben Attia’nın fiziken bize çok uzak ama manen çok yakın hikâyesini izlerken seyirci kendisini de sorguluyor. Benzer anılarını, kendi kararlarını ve bunların sonuçlarını… Kafası, Hedi kadar olmasa da, allak bullak bir şekilde salondan çıkınca sokakta yürüyen insanlara bakarak gündüz düşlerine dalıyor, hayat her zamanki hızıyla akmaya devam ederken.