Öfkenin, tutkunun, talihsizliğin ve yenilenmenin ayrı renkleriyle; bir restoran, bir tuvalet, bir mutfak ve onların muhafızlarıyla birlikteyiz. Peter Greenaway’in birbirine karışırlar tedirginliğiyle paletin ayrı köşelerine intizamla damlattığı renklerle biz, kendimiz hemhâl olurken; The Cook, The Thief, His Wife and Her Lover (1989), ışıklarla, kırmızı, beyaz, yeşil, kahverengi ve siyahla bulanıp pişmeye hazırlanıyor.
Filmlerinde, tablolardan aldığı feyzle kurduğu atmosferlerle tanıdığımız Greenaway, ressam kimliğini sinemacı kimliğiyle bir kez daha doğru harmanlıyor ve bu defa Hollandalı ressam Frans Hals’i referans noktası kabul ediyor. Film, renklerin anlatım diline dönüştüğü, yetkin bir dışavurum örneği olarak hayli garip ve kaygı verici bir varlık kazanıyor. 17. yüzyılın kostüme çalan kıyafetlerinin modern bir yorumunu gerçekleştiren Greenaway, aynı tonlar üzerinden kurduğu ayrık mekânlarla ve gölgenin karartıcı etkisiyle; iç dünyasından fırlayıp yüzümüze çarpma etkisi yaratan manzaralar sunuyor. Düş gibi bir şey, ama tam olarak öyle de sayılmaz.
Filmde, toplumun farklı uçlarını temsil eden karakterlerle bir kapitalizm eleştirisini, üretim- tüketim ayrılığını sözlerle değil görsel dille anlatmaya soyunuyor yönetmen. Hırsız Albert’in (Michael Gambon), aşçı Richard’ın (Richard Bohringer) alanına, yani mufağına müdahale etmesine müsaade tanımıyor. Çünkü Albert’i Richard besliyor. Bir tüketim makinesi olan Albert, üretimin başındaki Richard’a dokunamıyor çünkü aç kalırsa yok olur.
“Siyah yemek yemek, ölümü tüketmek gibidir.”
Yemek yemek ve seksin tatmin edici etkisinden beslenen anlatımın içerisinde Albert yiyerek, karısı (Helen Mirren) ise onu, âşığı Michael’le (Alan Howard) aldatarak hazza ulaşıyor. İki âşık, bembeyaz dekore edilmiş tuvalete her girdiklerinde kendi renklerini kaybetmeden bir bütün oluyorlar. Ne zaman ki Albert ortaya çıkıyor; restoranın kırmızısı, beyazda keskin bir etki yaratarak bütünlüğü ikiye ayırıyor. Film boyunca kahverengi takım elbiseleriyle gördüğümüz Michael, genç kadın için aslında itimat verici ve değişmez bir huzurun tarifini görünür kılıyor. Yeşil ve çarpık dekore edilmiş mutfak ise iki âşığın aşçı Richard gözetiminde aşklarını yaşadıkları, yenilendikleri korunaklı bir mekâna dönüşüyor. Restoranın göz alıcı kırmızısından bahsetmeye gerek bile yok. Kırmızı, bu filmin hem yatağı hem de üzerini örten tutkulu, öfkeli, sert ve aldatıcı ipek kumaşı oluyor.
Yazıya başrol olmaya hak kazanmış, filmin en unutulmaz sahnesi ise pek tabii Albert’in, önüne gelen pişmiş Michael’i yemeye kendini zorladığı o ihtişamlı ‘son akşam yemeği’ sahnesi. Albert’in en başından beri kıskandığı ve yok etmek istediği âşık, pişmiş derisinin kızıl kahveye çalan rengiyle, takım elbisesini hatırlatır nitelikte boylu boyunca restoranın ortasında duruyor. Hâlâ taşıdığı güven ve huzurla yenmeye hazır, afiyetle… Beyaz kıyafetli aşçılar, şimdi siyahlar içerisinde. Evvelde Albert’in yanındalarken şimdi hepsi karşısında. Tek kişilik bir masada, öz erkinin bile karşısında durduğu yalnızlaşmış Albert’in, ziyafetinin ardından kendisini de yeyip tüketmesi kaçınılmaz.
Peter Greenaway şöyle der: Seks ve ölüm bu hayatın mutlak gerçekleri, değiştiremiyoruz. Yemek yemek ise seksin ve ölümün pahalı sosu gibi bana kalırsa. Siyah yemek ölümü tüketmek; siyah giymekse ölümün bekçiliğine soyunmak sanki. Kabaca, bencilce ve ahlaksızca tüketen Albert, şiddet düşkünü bir kaçık. Önüne çıkan her türlü engeli yiyerek yok edebileceğine olan inancı, karşısına pişmiş şekilde gelen bir insanı yemesine çıkan bütün kapıları da aralıyor. Bir ‘hırsız’ın maymuncuğu misali bir anahtar, tüm kilitleri açıp içeri girmeye yetiyor.
Filmin en az bu sahnesi kadar unutulmaz olan Michael Nyman imzalı müziğini de es geçemeyiz: