Varoluş, felsefi olarak üzerinde en çok tartışılan konulardan biri olmuştur.Örneğin Camus, intiharın felsefi savunusuna kadar uzanan geniş bir düşünce denizinde varoluşu sorgulamıştır. Anlamsız olmasına karşın hayatımız boyunca yaptıklarımızla yaşamımızı anlamlandırmamız gerektiğini savunması bu felsefenin içinde hapsolmanın nihai bir örneğidir.
Birdman (2014) her ne kadar erdem, varoluş gibi felsefi kavramları odak noktasına koysa da izleyiciyi bu konuda boğmuyor. Hatta filmin yönetmeni Alejandro Gonzalez Inarritu’nın filmografisindeki en renkli, en hareketli film olarak yer ediniyor.Bunun nedeni ise popülizm eleştirisini ortaya koyup felsefi sorgulamayı alt metne saklamasının yanında böylesine ciddi bir konuyu işlerken ilk defa eğlenceli bir kurgu yaratmasının yönetmenin alaycılığından kaynaklandığı söylenebilir.
Riggan Thomson karakterine hayat veren Michael Keaton belki de kariyerinin en başarılı işine imza atmış.Üstelik bu başarının kendi hayatıyla neredeyse bire bir paralellik kurması da filme ayrı bir güzellik katmış. Michael Keaton’ın gerçek hayatta rol aldığı Tim Burton uyarlaması olan Batman (1989) ve filmdeki Birdman 90’lı yılların başında seyirciyle buluşmuş. Michael Keaton tıpkı Riggan Thomson gibi Batman rolü ile birden büyük bir üne kavuşmuş. Böylece kariyeri boyunca o denli büyük yapımlara imza atamaması kendisinin bu role lâyıkıyla uyduğunu ispatlıyor.Filmin diğer oyuncuları Edward Norton, NaomiWatts ve Zach Galifianakais de rollerinin altından başarıyla kalkan isimler. Filmin kurgusunun, tek planda çekilmiş izlenimi yaratması, her kesim noktasında oyunculara sayfalar süren diyaloglar yüklemiş. Oyunculukların film genelinde çok başarılı olmasıysa filmin kamera arkasında büyük bir özenin ve ustaca işlenmiş bir yönetmenlik becerisinin olduğunu daha ilk sahneden belli ediyor. Inarritu sanki filmi tek planda tamamlamış gibi göstermek için her kesim noktasında oyunculara on beş sayfaya kadar uzayan diyaloglar vermiş. Çekimlerde ise oyuncular arasında en çok hataya imza atan Emma Stone da buna paralel olarak filmin en sönük ismi olarak kalıyor. Fakat yine de yönetmenin başarıyla oluşturduğu atmosfer ve kurgu sayesinde göze çok batmıyor.Bela Tarr’ın filmlerinde arka planda sürekli tekrar eden sesler gibi ara ara çıkan bateri tınıları da kurguda öyle güzel yerlere serpiştirilmiş ki filmi izlerken sahnedeki sessizlik bir süre sonra izleyicide boşluk hissi yaratmaya başlayabiliyor.
Film, yıllar önce hasılat rekorları kıran bir süper kahraman üçlemesindeki Birdman rolü sayesinde büyük bir ün kazanan Riggan Thomson’ın, yıllar sonra yaşadığı popüler olmak mı, yoksa doyurucu bir şekilde yaşanmış mütevazi bir hayat mı? ikilemi arasında yaşadığı çalkantı ile başlıyor. Tabii bu gelgitleri hayatının bütün noktalarına etki ediyor. Hatta filmin bolca beslendiği Macbeth referanslarından birine çok çarpıcı bir noktada rastlıyoruz. Bu sahne, filmin tüm özünü toplayıp karakterimizin suratına fırlatıyor adeta ve filmin zirve noktası olarak kalıyor. Riggan Thomson’ın sokakta denk geldiği bir adam teatral şekilde Macbeth’ten şu bölümü alıntılıyor:
‘’Hayat dediğin nedir ki;
Yürüyen bir gölge bir zavallı bu sahnede.
Bir saat boy gösterip boyun kırıp gidecek.
Bir daha da duyulmayacak artık sesi.
Bir aptalın anlattığı bir masal bu.’’
İnsan kendi ile baş başa kaldığında belki de, bu mücadelenin ardından kendisiyle daha fazla yüzleşebiliyor. Dahası artık çok umursanmamanın sonucunda kendi içine yöneliyor ve erdem sahibi olma yolunda bir basamak daha çıkarak insanlığı tepeden izleyebileceğini düşünüyor. İnsan içinde bulunduğu küçük kutunun ne kadar dışına çıkarsa, aslında o kadar önemsiz olduğunu ve mücadelesinin koca evrende bir nokta kadar yer kapladığını düşünmeye başlıyor. İnsanların sebep olduğu sorunlarla karşılaştığında her zaman çepeçevre sarıldığı sınırların dışına çıkıp koca(!) medeniyetine ya da canını acıttığı yer küreye dışarıdan bakıp aslında herkesin ne kadar basit işler peşinde olduklarını görmeyi dileyebildiği bireyden bahsediyoruz.
Bu mücadelede, insanların birbirleriyle olan münakaşalarından dolayı daha fazla şiddetlenmesi sadece trajik bir şekilde kendi küçük bedenlerinin içinde hapsolmuş hayal dünyalarındaki vuku bulan hiddet patlamaları şeklinde oluyor. Filmde Riggan Thomson’un dünyasında olduğu gibi tek bir parmak hareketiyle tüm şehrin üzerine bir meteor düşürüp, artık tiksintiyle bakılan insanlığa gökyüzünden kopup gelmiş dev bir atmaca ile yıkım getirmeyi hayal ediyoruz filmin başkarakteri gibi.Riggan Thomson’ın film boyunca personası ile yansıtılan çalkantıların arka planında insanlığın küçük dünyası var aslında. Bir süper kahraman gibi tüm sorunları hallettiği, herkesten daha fazla güç sahibi olduğundan dolayı daha fazla tatmine ulaştığı küçük bir hayat. Böylece diğerleri ile rekabete girmemesinin getirdiği dayanılmaz hafiflik hayalleri, modern zaman bireyinin yaşadığı çalkantılar sonucunda hayal dünyasında yer eden olağan düşler olarak beliriyor.Filmin başkarakteri aslında modern zaman insanının yaşadığı acıları yaşamakla birlikte, aynı zamanda insanların fark etmedikleri bir tür cehalet üzerine kurulu, popülist takdirle(!) varlığını anlamlandırmıştır. Riggan’ın yaşadığı çelişki aslında başarısını bile yanlış bir temele oturttuğu, yıkımını kendisiyle baş başa kaldığı anlarda oluşmaktadır. Fakat alter egosu gibi yükselen personasının sesinin yükseldiği zamanlarda ise insanların cehaletine hitap edip onların istediklerini verdiği zaman eski ününe kavuşacağının farkındalığı belirginleşmektedir. Egosu böylece Riggan’ı haklı çıkarmakta, aptal insanlar sayesinde aslında bir zamanlar başarılı bir hayat oluşturduğunu söylemektedir. Yani Nietzche’nin ya da Schopheneur’un yücelttiği kendine dönük, bilgiyi arzulayan üst insan olma yolunda yara almaktadır. Toplumun ve popülizmin ağırlığı basarak kendi dinamikleri üzerinde yükselmekte ve karakteri aydınlanma yolunda bu erdemden yoksun bırakmaktadır.Ayrıca bu noktada Paul Thomas Anderson’ın There Will Be Blood (2007) filmindeki kapitalizmin vücut bulmuş hâli Daniel Plainview karakteri akla gelmektedir. İnsanlarla işinin bir an önce bitmesini isteyen karakter,hepsinden üstün olması gerektiğini ve bunun da hepsinden daha fazla para, yani güç elde ederek gerçekleşebileceğini savunmaktadır. Bunlar; Riggan’ın Birdman personasının belirdiği zamanlarda sarf ettiği sözlerle örtüşen, kapitalist modern zamanda gücün kurallara göre oynandığında elde edilebileceği öngörüsünün sunulmuş olduğu mizansenlere denk gelmektedir.
Riggan Thomson yirmi küsür yıl evvel elde ettiği şöhretten yıllar sonra ise bir Raymond Carver uyarlaması ile belli bir kitleye karşı Brodway’de boy göstermeye çalışmaktadır. Bu noktada karakter belki de başta belirttiğimiz erdem yolunda basamak atlamaya çok yaklaşmıştır. Schopenheur’un bahsettiği erdem düzeyine kavuşacağını film ilerledikçe görürüz. Fakat bu nasıl olacaktır?
Yılların ardından ün kaybetmesiyle içsel yolcuğunda büyük bir yol kat etmiştir.Hatta Riggan televizyonda Robert DowneyJr.’in Iron Man rolünü bile eleştirerek yıllar önce canlandırmış olduğu Birdman karakterini de önemsizleştirmektedir. Fakat bu sırada artık sürekli yükselen sanrıları şeklinde ortaya çıkan Birdman personası yüzünden gelgitler yaşar. Aslında yıllar önce kazandığı ünün ağırlığı altında ezilmekte ve başka başarılı bir işe imza atamamaktadır. Ama Birdman personası; Broadway tiyatro insanlarının da beş para etmediğini, kendisinin herkesten üstün olduğunu, esas gerçekliğin o olduğunu, dünyanın bu gerçekliği kabul etmesi gerektiğini ve ona muhtaç olduğunu fısıldamaktadır. Sanrılarına göre Riggan Thomson tekrar ün elde etmelidir.Bunun da popüler kültüre uygun bol efektli, yıkımlı ve aksiyonlu bir kurgu ve oyunculukla olabileceğini söylemektedir. Aslında burada ortaya çıkan çekişme yine popülizmi merkeze alan bir alt metin oluşturmakta. Mesela Michael Keaton’ın kızı rolündeki Emma Stone’un karakteri; hüsrana uğrayan babasını teselli ettiği sahnelerde Twitter, Facebook, Youtube gibi mecralarla artık herkesin kendi dünyasının ünlüsü olabileceğini söylemiştir ve sosyal mecraların şöhret kavramını değiştirdiğini vurgulamıştır. Böylece insanın hayattaki(!) (sosyal medyadaki) ehemmiyetinin aldığı beğeniler ya da takipçi sayıları ile ölçüldüğü –ki Riggan ilk günde bile takipçi, beğeni rekoru kırmakta- bir ortam vaadiyle Riggan’ı yatıştırmaktadır. Bu durumda Birdman personası ve dış çevre,karaktere zarar vererek ne yazık ki üst insan olma yolunda onu alıkoyan ve erdemden yoksun bırakacak engeller olarak kalmaktadır.Artık varoluş çelişkileri ve gelgitleri dayanılmaz boyutlara çıkan Riggan Thomson sahnede buna bir son vermek istese de istediği sonuca ulaşamaz ama belki de filmin başından beri yakasını bırakmayan Birdman personasının aslında sürekli eleştirdiği toplumun büyük cehaleti üzerinden bir aydınlanma yaşar. Filmin başından beri aydınlanmasını beklediğimiz karakterin dönüşümü böylece beklenmedik bir şekilde olur. Alter egosunun amacı tabii ki bu değildir, kendisinin eski zamanlarda olduğu gibi insanlara hitap edip üne kavuşmasıdır. Sokaktaki adamın sarf ettiği Macbeth alıntısı hâlâ kafasında yankılanmaktadır belki de:
‘’Bir daha da duyulmayacak sesi.’’
Birdman personası ise sahip olduğu vücudun sesinin duyulmasını ve bir aptal masalının önemsenen aktörü olarak kalmasını istemektedir. İşte Riggan Thomson sahnede Macbeth’e yaraşır bir ölümle bu masalı sonlandırıp adını küçük dünyanın büyük sosyal medya duvarlarına yazdırmak istemesi belki de Birdman’in baskısına dayanamamasındandır.
‘’Bir aptalın anlattığı bir masal bu:
Kuru gürültüler, deli saçmalarıyla dolu.’’
Sahnedeki intihar girişimi trajikomik bir şekilde sonuçlandıktan sonra yine ün sahibi olmuştur fakat bu kurallara göre değil de cehaletin getirdiği beklenmedik erdem ile olmuştur. Belki de Riggan Thomson’ın umurunda bile değildir sahip olduğu şöhret. Bu yüzden o afili Birdman personası sessizliğe gömülür. Olay yaratan bir Broadway oyununda tiyatroyla en alakasız kişileri yani Birdman hayranlarını bile hastane önlerine ve sokaklara döken Thomson, bir anda toplumun kurallarına uyup eski ününe tekrardan kavuşur. Ama yeryüzünde ayaklarının sağlam basması gerekirken havaya doğru hepimizin üzerinde bu defa sahiden yükselir. Inarritu her filminde dahil ettiği ve karakterlerini birbirlerine yakınlaştırdığı hastane sahnesinde bu defa başkarakterine aydınlanma yaşatırken, belki de cehaletin en büyük erdem olabileceği düşüncesinin ucunu açık bırakarak karakterin ikilemini izleyiciye yükler.