Dünyada en zor şeylerden birisi de üstündeki birkaç kıyafetle evini, eşyalarını, sevdiğin pek çok şeyi geride bırakıp bir gecede kaçmak zorunda kalmaktır herhâlde. Eski tarihlerden beri savaşlar yüzünden milyonlarca insan göç etmek zorunda kaldı. Geri dönüp dönemeyeceğini, dönsen bile evini tekrar bulup bulamayacağını bilmeden yollara düşüyorsunuz. Eğer sağ kalır da bir yere ulaşabilirseniz bu sefer de oradaki yaşam mücadelesi başlıyor. Dahası gittiğiniz devlet ve insanları sizi nasıl karşılayacak, size nasıl davranacak bilemiyorsunuz. Bu durumun en yakın ve yoğun örneğini yaşayanlar ise Suriyeli göçmenler olup iç savaş yüzünden ülkemiz başta olmak üzere pek çok yere göç etmek zorunda kaldılar.
İşçilerin, yoksulların yönetmeni Ken Loach “son filmim” diye açıkladığı -ki umarım öyle olmaz- ve “Umudunu Kaybetme” olarak Türkçe’ye çevrilen The Old Oak’(2023) filminde kamerasını kendi ülkesinin yoksulları ile beraber Suriyeli göçmenlere de çeviriyor. Film, özetle Suriyelilerin İngiltere’deki bir kasabaya gelmesi ile yaşanılanları anlatıyor. Loach’ın bu filmi dâhil I, Daniel Blake(2016) ve Sorry We Missed You’dan(2019) oluşan son üç filminde dikkat çeken şey açılış sahnelerinin benzerliğiydi. Yönetmen, son üç eserini de karanlık ekran üzerine döşenmiş diyaloglarla başlatıyor; böylece hem seyircide merak duygusu uyandırıyor hem de kendi özgü sinema tarzını oluşturuyor. Fakat öncekilere ek olarak son filminin açılış sahnesinde gerilimli bir olay yaşatarak merak duygusuyla beraber kalpleri de sıkıştırıyor ve izleyicileri filmin içine almayı başarıyor. İngiltere’nin eski bir maden ocağının bulunduğu mahalleye getirilen Suriyeliler, yerel halktan bazıları tarafından hiç hoş olmayan şekilde karşılanıyor.
Loach, özellikle toplumsal ve siyasi konuları işlediği bazı filmlerinde belgesel özellikler kullanmayı seviyor. The Old Oak’ın ilk sahnelerinde gerilimi arttıran deklanşör sesleri, sert konuşmalar ile birlikte siyah beyaz görüntüler ve fotoğraflar kullanarak bunu yapıyor. Başroldeki TJ Ballantyne’nin yaşamının gösterildiği sahnelerde yaşadığı evin, çalıştırdığı ve filme ismini veren barın eski oluşu ile TJ’nin yoksulluğu vurgulanıyor. Bar sahnelerinde, o mahalleden birkaç yerel müşterinin kendi aralarındaki göçmenler hakkındaki olumsuz konuşmaları önemli çünkü o diyaloglar aracılığı ile bazı insanların aslında filmdeki o yerel halka ne kadar benzediği fark ettiriliyor. Gerçi yoksulluk ve sömürülme anlamında bütün ülkelerdeki yoksullar birbiriyle tam benzeşiyor, o ayrı mesele. Filmi izlerken tam “Eğer Suriyelilerle aynı dinden olan bazı insanlar bile onlar hakkında olumsuz şeyler söylüyorsa İngilizler tabii ki söyler.” diye yanlış düşünceye kapılacakken asla böyle bir hataya düşülmemesi gerektiğini hissettiren Loach’a bir kez daha hayran olmamak elde değil. Ülkemizde yaşayan bazı insanlar da ne yazık ki filmde geçen “Aslında ben ırkçı ve ayrımcı değilim ama…” şeklinde başlayan diyaloğu günlük yaşamlarında kullanmış; peşinden ise bazı gerekçeler sıralamıştır. Filmi izlerken “Acaba ben ve/veya çevremdekiler de böyle kötü bir tutum içine girdik mi?” diye bir vicdan muhasebesi yapıyor insan. The Old Oak’ın amaçlarından birisi bu ve bu amacında da başarılı oluyor. Film, izleyiciye zihinlerin değiştirilerek sorunun göçmenlerde ya da insanlığın çoğunda olmadığı; sorunun sistemin kendisi olduğu fark edilirse eğer bunun tüm yoksullar ve göçmenler adına büyük bir kazanımın başlangıcı olacağı sözünü söylüyor.
Filmde Doğu-Batı kültürünün kaynaşması gerektiği de değinilen diğer önemli konulardan birisidir. Hatta Doğu kültürüne biraz övgü ağır basıyor gibi görünüyor. Filmde, Doğuluların sıcakkanlılığına, yemek ve misafir ağırlama kültürüne verdikleri öneme değinilerek bu özelliklerinin birliktelik ve dayanışmayı arttıracağı aktarılıyor. Aynı zamanda filmde en etkileyici olan diyalog “Birlikte yiyen, birlikte kalır.” sözünün geçmişte o kasabada yapılmış olan büyük madenci grevindeki İngiliz işçilere ait olması ile insanların aslında ne kadar benzer olduğu vurgulanıyor. Film boyunca aynı sofrada yemek yemenin, kardeşlik ve sıkı bir dostluk kazandırdığı; bu kazancın kıymetinin bilinmesi gereken birleştirici bir öğe olduğu düşündürülüyor. TJ ve diğer bazı yerel halk, geçmişte büyük grev zamanındaki gibi birlikteliğe ve dayanışmaya duydukları özlemle, tekrar o günlerdeki gibi yaşama isteğiyle The Old Oak barında dayanışma yemekleri ve bazı etkinlikler düzenlemek isterler. İşte o anlar Suriyeli, İngiliz fark etmeksizin herkesin film boyunca gerçekten mutlu oldukları nadir anlar olarak karşımıza çıkıyor. Ayrıca İngilizlerin, mücadeleci atalarından duydukları gururun ve geçmişlerine olan özlemlerinin yüzlerine yansıdığı bu sahneler seyirciye de aynı hissiyatı veriyor. Belki de en çarpıcı sahnelerden biri de buydu.
Film boyunca Loach; Suriyeliler kadar o mahallenin aç çocuklarına, kadınların yokluk içinde sürdürdüğü mücadelelerine de değinerek Suriyelilere yapılan yardımların kendi yoksullarına da yapılması gerektiğini vurguluyor. Yerel halk Suriyelilere yapılan yiyecek, eşya bağışları kadar kendilerinin de bunları hak ettiklerini düşünüyor. Özellikle de Suriyeli bir çocuğa verilen ikinci el bisiklet için “Keşke benim de olsaydı.” diyerek İngiliz çocuğun serzenişte bulunduğu kısım filmdeki en kalbe dokunan sahnelerinden biri olarak karşımıza çıkıyor. İşte bu noktada Loach, Suriyelilerin neden tepki gördüğünü ve bunun çözümünü de ekliyor TJ aracılığıyla. “Elbette öncelikle göçmenlere destek olunmalı fakat bu yapılırken kendi ülkemizdeki aç ve yoksul insanlar da ihmal edilmemelidir. Çünkü her yoksul insanın yoksul oluşunun sebepleri ve bunun çözümleri iyi gözlemlenmelidir.” diyen Loach, I, Daniel Blake ve It’s a Free World…(2007) filmlerinde vermek istediği göçmenlikle ilgili mesajlarını son filminde daha da perçinleştirmiş görünüyor.
Filmin görsel anlatısına gelecek olursak; Loach’ın hemen her filminde kullandığı siyah ve gri tonların ağır bastığı görseller yoğunlukla burada da tercih ediliyor ki bu değinilen ağır konularla uyumlu düşüyor. Ama doğanın ve duygusal anların olduğu yerlerde canlı renkler tercih ediliyor. Ayrıca yönetmenin diğer pek çok filminde olduğu gibi burada da çoğunlukla doğal sesler kullanılıyor. Sakin ve dingin müzikler sadece duygusal anlarda kullanılarak etkileyici sahneler oluşturuluyor. Yönetmenin takdir edilesi bir diğer yönü ise popüler ve yüksek fiyat isteyen oyuncularla çalışmamasıdır. Filmlerinde amatör ya da yerel halktan oluşan oyuncularla çalışmayı tercih ediyor. Buna rağmen önceki filmlerindeki oyunculuk performansları oldukça başarılıydı. Fakat bu filmdeki bazı oyuncular ve Yara rolündeki Ebla Mari’nin oyunculuğunu pek etkileyici bulmadığımı belirtmek isterim. Bunun dışında filmin oldukça sakin ama beraberinde bir o kadar da başarılı ve çarpıcı anlatısı, içimizi ısıtan sahneleri, konusu ile Loach’ın bir kez daha takdiri ve ayakta alkışlanmayı hak ettiğini düşünüyorum.
Özet olarak The Old Oak’a farkındalık yaratmayı ve bütün dünyadaki göçmen, işçi ve yoksul kesimlere yaşatılanların yarattığı hissiyatın özümsenmesini amaçlayan bir film diyebiliriz. Bu amacında da başarılı oluyor. Filmde yerel halkın değişim ve dönüşümüne şahit olunuyor. Ayrıca film olumsuz bakış açısına sahip her kesimin aynı dönüşümü gerçekleştirmesi gerektiğini de vurguluyor. “Göçmenlerin yaşadığı sorunların sebebinin yerel halkın onlara olan tavırları ve bakış açılarından kaynaklandığını, bu değişirse eğer ancak o zaman herkesin yaşadığı sıkıntı bir nebze de olsa azalır ve daha yaşanabilir bir dünyaya kavuşabiliriz.” mesajını veren yönetmen, bunun gerçekleşmesi için de umudun hep var olduğunu söylüyor. Zaten Yara’nın da dediği gibi umudumuz olmazsa eğer kalbimiz de atmaz. Öyle değil mi?