Mizoguchi’den Kurosawa’ya Uzanan Miras: Japonya Sineması
Japonya, kendine has tarihi ve dokusu ile Uzakdoğu coğrafyasında yer alan ülkeler arasında oldukça köklü bir geçmişe sahiptir. Bu köklü geçmiş sinemayı da içerisine katarak, Japon sanatının farklı parçalarını bir yapboz gibi uyum içerisinde birleştirir ve ortaya yüzlerce yıldır varlığını sürdürmeyi başarmış olan zengin bir kültür mirası çıkar.
Japonya sineması denildiğinde akla gelen ilk isimlerden biri şüphesiz usta yönetmen Kenji Mizoguchi’dir. Uluslararası şöhretine kariyerinin son yıllarında kavuşmuş olan Mizoguchi; The Story of the Last Chrysanthemums (1939), The Lady of Musashino (1951) ve The Life of Oharu (1952) gibi dünya sinema tarihinde iz bırakmış pek çok filme imza atmıştır. Yönetmenin kariyerini büyük ölçüde şekillendirmiş olan 1920’li yılların Yeni Okul filmleri, Meiji dönemindeki kent dramlarından türetilmiş, temeline aile ve kadın-erkek ilişkilerini yerleştiren filmlerdir. Batılı tabirle melodram olarak nitelendirebileceğimiz bu tarz işler dışında Chi to rei (1923) gibi dışavurumcu filmler de çekmiş olan yönetmene dünya çapındaki asıl ününü kazandıran ise savaş sonrası dönemdeki filmleri olmuştur. Milliyetçiliğin yarattığı baskıcı atmosferde daha lirik ve geleneksel Japon estetiğini merkeze alan temalara yönelen Mizoguchi’nin bu yıllardaki en önemli filmleri arasında Ugetsu monogatari (1953), Sansho dayu (1954) ve Akasen chitai (1956) gösterilebilir.
1950 ve sonrası Japon sinemasında etkisini yoğun olarak gösteren samuray filmleri, Hollywood’daki western türünün izdüşümü olarak kabul edilmiştir. Epik ve folklorik ögeleri geçmişten aldıkları tarihsel referanslarla harmanlayarak ülke sinemasında yeni bir dönemin inşa edilmesini sağlayan samuray filmleri, uzun yıllar boyunca pek çok yönetmenin filmografisinin mihenk taşını oluştursa da asıl ünü, günümüzde neredeyse tüm sinemaseverler tarafından tanınan ve bu filmlerin üstadı olarak gösterilen Akira Kurosawa’ya kazandırmıştır. Yönetmenliğe ilk filmi olan Sugata Sanshiro (1943) ile adım atan Kurosawa, Rashomon (1950) ile Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan ödülünün sahibi olmuştur. Büyük bir ticari başarı elde eden ve tüm dünyanın dikkatini üzerine çekmeyi başaran ünlü filmi Seven Samurai (1954), Kurosawa’nın kariyerinin en parlak dönemine işaret etmektedir. Fakir bir köye saldıracağı düşünülen haydutlara karşı, samuraylar ile birlikte verilen ortak direniş mücadelesini konu alan film, western türünden pek çok referans almış ve John Ford’un Stagecoach (1939) filminden esinlenmiştir. 1960’lı yılların sonunda bağımsız film yapımcılığına yönelik girişimleri başarısız olan ve finansman bulma noktasında büyük sıkıntılar yaşayan Kurosawa, ortak yapımcılığını üstlendiği Kagemusha (1980) filminin Cannes’da Altın Palmiye kazanması sonrası yabancı fon bulma noktasında büyük şansa erişmiştir. Kariyerinin son filmleri olarak gösterilen Ran (1985) ve Madadayo (1993) ile sinema perdesine veda eden usta yönetmen, filmlerindeki kusursuz sinematografi ve oyuncu yönetimi ile akıllara kazınmış ve filmleriyle insanlığın uzun yolculuğuna ışık tutmuştur. Sinemasını ‘’kurbağanın ayna kaplı bir kutuya konduğunda kendi görüntüsünü değişik açılardan seyrederken hayretler içinde salgıladığı sıvının 3,721 gün bir söğüt dalıyla karıştırılarak kaynatılmasıyla elde edilen harika iksir kıvamında’’ diye tanımlayan Akira Kurosawa, 20. yüzyıl sinemasının en değerli isimlerinden biri olarak tarihe geçmeyi başarmış ve unutulmaz filmleriyle dünya sinema mirasına büyük katkılar sağlamıştır.
Elif Düşova