2011 yılında “The Artist” ve “Hugo” filmleriyle öne çıkan “sinema sevgisi” temasının yeni bir ürünü olan Cut, 31. İstanbul Film Festivali”nin en çok merak edilen filmlerinden biriydi. The Artist “sessiz sinemaya””, Hugo ise “George Melies”e”” saygı duruşunda bulunurken Cut ise sinema tarihinin birçok değerli filmine ve yönetmenine selam durarak daha detaylı bir konsept içerisinde dikkat çekti.
İranlı yönetmen Amir Naderi”nin Japonya”da Japon oyuncularla çektiği, içlerinde Türkiye”nin de bulunduğu 5 ülkenin ortak yapımı olan Cut, ana karakter Shuji”nin metropol sokaklarında elinde megafonla isyan ederek koşuşturduğu bir sekansla açılıyor. Sinemanın kapitalizmin altında işkence çektiğini, “gerçek sinema”ya sahip çıkılmadığını, ticari filmlerin ve eğlencenin insanları esir aldığını haykıran Shuji”nin, umursamaz insan kalabalıkları arasında kaybolduğunu görüyoruz adeta. Shuji feryatlarını insanlara duyuramayınca, saygı duyduğu usta yönetmenler olan Akira Kurosawa, Yasujiro Ozu ve Kenji Mizoguchi”nin mezarlarının başında buluyor kendini. Onlara insanları şikayet ediyor, emanetlerine sahip çıkılmadığını, “gerçek sinema”nın kaybolmaya başladığını fakat kendisinin buna engel olmak için çabaladığını anlatıyor. Belirli aralıklarla insanları toplayıp usta yönetmenlerin ve filmlerinin posterleriyle dolu evinde film gösterimi yaparak hem sinema tarihinin önemli filmlerine sahip çıkıyor, hem de sınırlı bütçesiyle ustaları gibi filmler çekmeye çalışarak -kendince- sinemayı kurtarmaya çalışıyor.
Shuji bir gün mafya tarafından çağrılınca, mafya için çalışan abisinin patronundan 12 milyon yen para çaldığı için öldürüldüğünü, eğer parayı kendisi ödemezse 2 hafta içerisinde öldürüleceğini öğreniyor. Abisinin parayı Shuji”nin film çekmesi için çaldığı ortaya çıkınca Shuji”de oluşan vicdan azabı öfkeyle karışıyor. Mafyaya gidip bu parayı ödeyemeyeceğini söylemesine rağmen mafyanın mekanı olan barda tesadüfen dayak yiyip üstüne para alıyor. Parayı anca böyle ödeyeceğini düşünen Shuji kısa sürede bunu meslek haline getirip para karşılığı mafya elemanlarından dayak yemeye başlıyor. Abisinin öldürüldüğü tuvalette dayak yemekte ısrar ederek kendi vicdanını da rahatlatmış oluyor.
Durağan ve minimalist bir başlangıç yapan Cut, finale doğru git gide şiddet dozunu arttırarak “kan revan içinde” bir filme dönüşüyor. Yediği dayaklarla fiziksel olarak yıpranan, ayakta durmakta zorlanan Shuji, hiçbir şeye rağmen pes etmiyor, daha fazla dayak yemek için bağırıyor. Onca dayağa rağmen dayanma gücünü, sinema tarihinin değeri bilinememiş başyapıtlarını sesli bir şekilde saymasından ve sinemayı ticari emellerine ait eden insanlara ateş püskürmesinden alıyor. Shuji”nin art arda dayak yediği sahnelerle lüks bina görüntülerinin paralel olarak verildiği kurgu akışı ise kapitalizmle “gerçek sinema sevgisi”nin savaşını simgeler bir nitelik kazanıyor. Filmin son bölümünde ise Shuji”nin kalan parayı tamamlaması için yiyeceği 100 yumruk karşılığında, en sevdiği 100 filmi açıklayacağı muhteşem sekans başlıyor. Şerif Gören”in “Yol” filminin de arasında bulunduğu bu 100 film, yönetmen Amir Naderi”nin kendi kişisel listesini oluşturuyor aslında. İşte tam bu son sekansta yumrukların, kanların ve “gerçek sinema”nın sergilendiği, sinema tarihine geçecek kadar orijinal bir kurgu akışı başlıyor. Japon filmlerinden alışık olduğumuz “tekdüze şiddet”, İran sinemasının izlerini taşıyan “mesaj odaklı” bir yapıyla birleşerek Cut”un kendine has kurgusal ritmini oluşturuyor. Birinci sırayı ise uzun süredir “tüm zamanların en iyi filmi” kabul edilen bir başyapıt alıyor.
Peki, İranlı olmasına rağmen uzun yıllar önce ülkesini terk eden yönetmen Amir Naderi, Cut”u neden Japonya”da Japon oyuncularla çekmek istedi? Bu sorunun cevabının Japonya”nın toplumsal ve kültürel zemininde yatmakta olduğunu ve üç temel sebebe dayandığını düşünüyorum. Birincisi, kendini sektörde ispat etmeye çalışan genç yönetmenlerin boğuştuğu zorlukları Akira Kurosawa, Kenji Mizoguchi, Yasujiro Ozu gibi sinema üstadları çıkarmış güçlü bir ülkenin toplumsal zemininde işleyerek tezatlık yaratmak. İkincisi, 30 milyonun üzerindeki nüfusuyla başkent Tokyo”nun, dünyanın en büyük metropoliten alanını oluşturması. (Shuji”nin elinde megafonla haykırışlarını metropol kalabalığında kimsenin umursamaması ve Shuji dayak yerken araya giren lüks bina görüntüleriyle kapitalizme yapılan vurgu). üçüncüsü, Japonya”nın bolca şiddet ve kan içeren bir film için sinemasal anlamda en uygun ülkelerin başında gelmesi.
Böylelikle “The Artist” ve “Hugo” ile başlayan “sinema sevgisi” fırtınasını “Cut” tüm hızıyla devam ettirmiş oluyor, hem de çok daha akılda kalıcı bir şekilde. Bize de devamının geleceğini bildiğimiz bu tür filmlerin çoğalmasını umut etmek, usta yönetmenlerimizin mezarlarını ziyaret etmek ve “gerçek sinema” için savaşıp gerekirse Shuji gibi dayak yemek kalıyor.