“Bu yaranın ömür boyu izi kalacak ama harika bir hikâyesi olacak.”
A Fistfull Of Dollars (1964), For A Few Dollars More (1965), The Good, The Bad and The Ugly (1966) gibi spagetti western türünün en iyilerinden kabul edilen filmlerdeki oyunculuğu; ayrıca The Beguiled (1971), Mystic River (2003), Million Dollar Baby (2004), American Sniper (2014) filmlerinin yönetmenliği ile akıllara kazınan Clint Eastwood’un gerçek bir hayat hikâyesini anlattığı son filmi Sully (2016), bir kahramanlık hikâyesinin yanı sıra yönetmenin cumhuriyetçiliğine yakışır bir Amerikan güzellemesi.
Film, 15 Ocak 2009 yılında US Havayolları’nın 1549 sefer sayılı uçağının kanatlarına kuş girmesine müteakip motorların devreden çıkmasını ve kaptan Chesley Sullenberger (Tom Hanks) ve yardımcı pilot Jeffrey Skiles’ın (Aaron Eckhart) 208 saniye içinde uçağı Hudson Nehri’ne başarılı bir şekilde indirmelerini konu alıyor. Geniş çaplı olarak da iki pilotun kendilerini beklenmedik bir sorgulamada bulmalarını inceliyor.
Sully’nin yaşanmış bir olaya dayanması, filmi kurgusal anlamda klasikleştirmiş olsa da anlatının zaman ve mekân bağımsızlığı göze çarpıyor ve filmin seyrini akıcı bir hâle getiriyor. Filmin 96 dakika sürmesiyse oldukça isabetli bir karar olmuş. Asıl anlatılmak istenenin, pilot Sullenberger’ın kaza sonrası yaşadıklarının olması bu süreyi ideal kılıyor. Kaza ânının iki defa gösterilmesi, o ânı yaşamamız için bize yetiyor. Hatta tedirginlik ve korku dolu sahneleri birkaç defa daha izlesek fazla bile gelmezdi denebilir. Film, her ne kadar Sullenberger üzerine yoğunlaşsa da yolcuların ve yakınlarının yaşadıklarının oldukça yüzeysel geçilmiş olması, filmin yetersiz kaldığı unsurlardan. Keza uçuş ekibi için de aynı şey söylenebilir. Örneğin, uçağın nehre başarılı bir iniş yapmasının ardından acil çıkış kapıları açıldıktan sonra denize atlayan yolcuların korku dolu anları, filmin en etkileyici sahneleri arasındaydı; ama yolcuların psikolojilerinin üzerinde yeterince durulmamış olması, o hissiyatı tam alabilmemize izin vermedi. Bu, bilinçli bir tercih miydi, bilemiyoruz; fakat izleyici olarak pilot dışındaki kişilerin de hislerine odaklanılmasını ister bulduk kendimizi.
Tom Hanks’in usta oyunculuğu hakkında söylenecek fazla bir şey yok; sadece kendisini, tüm şehrin kahraman addettiği bir pilot için fazla depresif bulduğumu söylemeliyim. Bazı sahnelerde bunun bilinçli bir seçim olduğunu düşündüğüm oldu. Bakıldığında Sullenberger’ın kendini, tahmin etmediği bir yargılamanın içinde bulması, onu bazı noktalarda kendinden bile şüpheye düşecek kerteye getirmiş. Her ne kadar yaptığı işten emin olsa da ve 208 saniye içinde, kalkış yapılan La Guardia’ya ve Teterboro Havalimanları’na inebilme ihtimalllerini düşünüp doğru olan tek ihtimali bulsa da, uykusundan uyandığı sahnelerde gördüğü rüyalar sonrası Hanks’in, kendini sorgular bir hâle bürünüşü, buna işaret ediyor. Yine karakter üzerinden gittiğimizde; kaptan pilotun olay ânından hemen sonra eşini araması, ona bütün olan bitenleri haber vermesi, her canı sıkıldığında yine telefona sarılıp onunla konuşması da ailesine olan bağlılığını ve tek destekçilerinin onlar olduğunu gözler önüne seriyor.
Tüm bunlar dışında bazı yerlerde mantık hataları da gözümüze çarpmıyor değil. 40 yıllık kıdemli bir pilotun emeklilik hesapları yapıyor olması, herhangi olumsuz bir durumda evlerinin ellerinden gidiyormuşcasına telaşa kapılmaları, Amerikan sisteminde pilot olmanın zorluğunu sorgulatıyor. Ama bakıldığında pilotluğun, aslında dünya çapında en prestijli mesleklerden biri sayıldığı göz önünde bulundurulmalı.
Eastwood’un sıkı bir Cumhuriyet Partisi destekçisi olduğu biliniyor. Film içerisindeki polis, ambulans, cankurtaran tekneleri ve daha birçok birimin kaza sonrasında canla başla çalışmasının gösterilmesi de oldukça “İşte Amerika Budur.” tadında olmuş. Bu bağlamda başarılı ve takdir edilesi bir kahramanlık hikâyesinin yanı sıra güzel de bir Amerika övgüsü izliyoruz film boyunca.
Film bittikten sonra koştur koştur salondan çıkan izleyiciler varsa eğer, küçük ama önemli bir bölüm kaçırdıklarına üzülebilirler. Çünkü credit akarken olayın gerçek kahramanları ve yolcuları da es geçilmemiş ve tekrar hatırlatılmışlar. Bu da, güzel bir anı ve sürpriz olarak filmden geriye kalanlar arasında gösterilebilir.
Filmin çekim öncesi, çekim süreci ve çekim öncesinde çalışan insanlara bir saygı ifadesi olarak ve de bu tarz küçük sürprizleri kaçırmamak adına credit bitmeden salondan çıkmamak gerektiği de naçizane bir önerim olarak bu köşede kalsın.
Amerikan zihniyeti ve yaşam biçiminden hazzetmeyen hatta söz konusu filme de bu yüzden ön yargılı bir biçimde giden birisi olarak bu filmin bir Amerikan güzellemesi olarak tanımlanmasını anlayabilmiş değilim. Olay dahilinde polisin, cankurtaranın ve kaza birimlerinin canla başla çalışması olmamış mıdır? Olması gerekenin yapılması bir güzelleme faaliyeti midir? Ya da yolcular ve mürettebatın kurtulması kendi imkanları ile mi olmuştur? Bu soruların cevabının eleştiride eksik kalan yönler olduğu düşüncesindeyim.