The Fisher King (Terry Gilliam, 1991)
“Dünyada ihtiyacın olan üç şey; her türlü yaşama saygı duymak, bağırsaklarının her zaman iyi çalışması ve mavi blazer bir ceket.”
Yönetmen Terry Gilliam’ın deliliğe övgüler dizdiği masalsı şaheseri The Fisher King, sistemin dışına itilen insanların hikâyelerinden yola çıkarak sahip olduklarımızın aslında pamuk ipliğine bağlı birer sanrıdan ibaret olduğunu göstermeye çalışıyor. Her dakika sihrini artıran hikâyesi ile izleyeni içine çeken film, gözümüzün önünde umarsızca akan yaşamın içinde fark edemediğimiz küçük mutlulukların ve çöp olarak değer biçtiğimiz “şeylerin” peşine düşerek onların aslında ne kadar mucizevi detaylara sahip olabileceğinin de altını çiziyor.
Kral Arthur efsanesinde geçen Balıkçı Kral alegorisine dayanan film, ormanda yaşamaya karar veren cesur ve yalnız bir prensin, Tanrının ilahi merhametinin sembolü olan kayra kadehini elde etmek için gösterdiği beyhude gayretin modern bir yorumunu içerir. Prens bu kutsal hediyeyi insanların yüreklerinin iyileşmesi için kullanmak yerine; güç, başarı ve güzellik tutkusunu gerçekleştirecek bir araç olarak görür. Ona uzanmak istediğinde ise ateşler içindeki kâse birden kaybolur ve elleri feci şekilde yanar. Büyüdükçe yaraları derinleşen prens, artık bir kral olsa da yaşama amacını kaybeder. Kendine ve başkalarına inancı kalmaz; sevemez ve sevildiğini hissedemez. Bu durum yavaş yavaş ölmesine sebep olur. Bir gün kaleye bir soytarı gelir. Soytarı basit bir adamdır. Karşısındaki yalnız adamın bir kral olduğunu anlamaz ve ona neden mutsuz olduğunu sorar. Kral şöyle cevap verir: “ Boğazım kurudu, bana su veren kimse yok.” Soytarı yatağın yanında duran kâseyi biraz suyla doldurup krala uzatır. Kral suyu içtikçe yaralarının iyileştiğini görür. Elindeki kadehin yıllardır aradığı kutsal inayetin sembolü olduğunu fark eder ve merakla sorar: “En güçlü ve cesur adamların bulamadığını sen nasıl buldun?”. Soytarı cevap verir: “Bilmiyorum! Tek bildiğim senin susadığındı.”
Öyküsünün çatısını oluşturan bu mitle, mutluluğa ulaşmak adına verdiğimiz büyük çabanın ne kadar yersiz olduğunu anlatan film; sahip olduklarımızın ve küçük detayların aslında ne kadar önemli olduğunu da vurguluyor. Yaşadığımız kötü olaylara yönelik bakış açımızı değiştirmenin ve bize verilen en önemli lütuf olan insanlığımızı iyi şeyler için kullanmanın gerekliliğini; fedakâr ve iyi yürekli olabilmenin bir zayıflık değil aslında büyük bir erdem olduğunu da göstermeye çalışıyor.
Bir varmış bir yokmuş diyebileceğimiz yaşam serüveninde sevginin, umudun, mutluluğun ve dostluğun olduğu kadar; dibe vuruşların, ümitsizliğin ve yok oluşun da önemli bir yere sahip olduğunu tekrar tekrar anlatan hikâye, neo-liberal bir dünyanın zerk ettiği tüm değerlerin aslında insanlığımızı körelten bir zehir olduğunu da gözler önüne seriyor. Deliliği bir maske olarak kullanabileceğimizi, ahenkli hayatımızı darmaduman eden büyük travmaların bizi arındıran tecrübeler olduğunu ve umutla yola devam etmenin ne kadar gerekli olduğunun da altını çiziyor. Seyirciyi; güce tapan, riyakâr ve maddiyat düşkünü başarılı insanlardan biri olmaktansa hayatı çok ciddiye almayan basit bir soytarı ya da sürüden ayrı bir koyun gibi yaşamanın modern toplumun yol açtığı kölelikten kurtaracağına da inandırmaya çalışıyor.
Mehmet Neşet Turgut